Acım, beni bir gün boğabilir
Kalırsa bir çığlık benden kardeşler
Koruyun saklayın onu ne olur.
Her insanın kendince bir tarihi vardır
Bir seyir defteri, ağaca atılan çentik belki
Hani bir gün dönülür de bir şeyler anımsanır.
Kimsesizim, dalsızım, duraksızım şimdi
Yaşamla aramda çözülmedik ne kaldı?
Bütün köprüler atılmış, yollar yokluğa çıkmıştır.
Yaralarımı sağaltacak söz nerde?
Bazı kitapların altı çizili yerlerinde mi?
Şimdi her çizgiye bir kan yolu yürümüştür.
Tanımlara sığmayan sözlerim varsa da
Bir gün, kendini deşen hançerden öte
Bir şey olmadığım nasılsa anlaşılır.
Şaire ölmek yaraşır, filiz sürerken şiirleri
Tufanların alıp götürdüğü bu toprakta bitek
Birkaç sözcük mutlak kalacaktır.
Acım, beni bir gün, beni bir gün boğabilir
Kalırsa bir çığlık benden kardeşler
Koruyun saklayın onu ne olur...
22 Ağustos 2014 Cuma
Ahmet Erhan \ Akasya, Seviyorum
Su taşı dürtüyor şimdi
Yağmur bulutu
Çocuk annesini-
Uyan, artık eskisi gibi değil dünya
Seviyorum
Günyüzü görmemiş bir dalın hüznü
Akıyor damarlarıma
İliklerimi yakıyor
Göl kıpır kıpır
Sazlıkların ardından sıçrayan balık
Diyor ki bana-
Artık eskisi gibi değil dünya
Sıva kollarını
Ellerini taşın altına sok
Bir yapı kur kalbinin kıyılarına
Seviyorum
Alnımdaki derin çizgilerden
Savrulan toz
Umurumda değil
Gözaltlarımda büyüyen tepecikler
Yaşanmamış yıllarıma hatıra olsun
Ve titreyen ellerim
Ve daha ne çok şey
Hayatla ilgili, ölüme ilişkin
Umurumda değil
Basılı kağıtlarda kalan şiirler
Kalsın ve unutulsun
Denize yakın uçan kırlangıç gibiyim
Dilleri yakan sarhoşluğum
Dillere düşen
Soluk bir çerçevede dursun
Seviyorum
İznik gölünde sonbahar
Damla damla karışıyor ölgün yıllarıma
Adını bilmediğim bir ağaçtan
Birdenbire kopan yaprak
Tam kalbimin üstüne konuyor
Uğursuz dünya
Yenilmeyeceğim
Damarlarımda uyuklayan kan haykırıyor
Seviyorum
Artık eskisi gibi değil
Bütün kirleri ve nemleri kusuyor bedenim
İşte burada
Tam işte burada
Kırküç yaşındaki cismim
Sevgilim
Yeni bir ad bulmalı sana
Yastığımdaki kokunu avcumda tutuyorken
Varsın dokunmayayım hiçbir şeye
Avcumu ağzıma bastırıyorum
Deliyim
Böyle dolaşıyorum sokaklarda
İznik gölü
Görmedim ki daha önce
Bir çini tabak gibi
Desen desen
İnce
Mavinin bütün tonlarıyla haykırıyorum
Seviyorum
Ölmem artık dünya ölmezse
Göl kuşum benim
Güz çiçeğim
Sen de seviyorsun biliyorum
Kadınım ol
Kuluçkaya yat dokuz ay on gün
Akasyaların üstünde
Seviyorum
Kanımdaki yıldız geçitim
Dirliğim, diriliğim
Alfabemdeki ilk ve son harfim
Dinginliğim
Hiçbir sözlükte yerin yok senin
Umrumda değil
Güneşi süzen akasya
Ankara’m İstanbul’um bütün şehirlerimsin
Akasya
Senin adın Akasya olsun
İznik gölü gözlerini kapıyor
Utanıyor mu biz öpüşürken
Yoksa akşam mı oluyor
Seviyorum
Yağmur altında yürümek gibi bir şey bu
Sevinçten ürpererek
Damla damla
İyi ki akşam oluyor
Seninle birlikte geliyor
İznik gölü de yatağıma
Akasya
Seviyorum...
Yağmur bulutu
Çocuk annesini-
Uyan, artık eskisi gibi değil dünya
Seviyorum
Günyüzü görmemiş bir dalın hüznü
Akıyor damarlarıma
İliklerimi yakıyor
Göl kıpır kıpır
Sazlıkların ardından sıçrayan balık
Diyor ki bana-
Artık eskisi gibi değil dünya
Sıva kollarını
Ellerini taşın altına sok
Bir yapı kur kalbinin kıyılarına
Seviyorum
Alnımdaki derin çizgilerden
Savrulan toz
Umurumda değil
Gözaltlarımda büyüyen tepecikler
Yaşanmamış yıllarıma hatıra olsun
Ve titreyen ellerim
Ve daha ne çok şey
Hayatla ilgili, ölüme ilişkin
Umurumda değil
Basılı kağıtlarda kalan şiirler
Kalsın ve unutulsun
Denize yakın uçan kırlangıç gibiyim
Dilleri yakan sarhoşluğum
Dillere düşen
Soluk bir çerçevede dursun
Seviyorum
İznik gölünde sonbahar
Damla damla karışıyor ölgün yıllarıma
Adını bilmediğim bir ağaçtan
Birdenbire kopan yaprak
Tam kalbimin üstüne konuyor
Uğursuz dünya
Yenilmeyeceğim
Damarlarımda uyuklayan kan haykırıyor
Seviyorum
Artık eskisi gibi değil
Bütün kirleri ve nemleri kusuyor bedenim
İşte burada
Tam işte burada
Kırküç yaşındaki cismim
Sevgilim
Yeni bir ad bulmalı sana
Yastığımdaki kokunu avcumda tutuyorken
Varsın dokunmayayım hiçbir şeye
Avcumu ağzıma bastırıyorum
Deliyim
Böyle dolaşıyorum sokaklarda
İznik gölü
Görmedim ki daha önce
Bir çini tabak gibi
Desen desen
İnce
Mavinin bütün tonlarıyla haykırıyorum
Seviyorum
Ölmem artık dünya ölmezse
Göl kuşum benim
Güz çiçeğim
Sen de seviyorsun biliyorum
Kadınım ol
Kuluçkaya yat dokuz ay on gün
Akasyaların üstünde
Seviyorum
Kanımdaki yıldız geçitim
Dirliğim, diriliğim
Alfabemdeki ilk ve son harfim
Dinginliğim
Hiçbir sözlükte yerin yok senin
Umrumda değil
Güneşi süzen akasya
Ankara’m İstanbul’um bütün şehirlerimsin
Akasya
Senin adın Akasya olsun
İznik gölü gözlerini kapıyor
Utanıyor mu biz öpüşürken
Yoksa akşam mı oluyor
Seviyorum
Yağmur altında yürümek gibi bir şey bu
Sevinçten ürpererek
Damla damla
İyi ki akşam oluyor
Seninle birlikte geliyor
İznik gölü de yatağıma
Akasya
Seviyorum...
Ahmet Erhan \ Ağıt
Çiçekçi bana bir gül ver
sevgilime değil bir ölü için
Çiçekçi bana bir gül ver
İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim.
Yakasına böyle bir gül takmıştı
O gün bir görseydin sen onu
Çiçekçi bana bir gül ver
Sanki o güldendi bütün mutluluğu
Sen de: - Bir arkadaşın öldü
Ben diyeyim: - Kardeşim!
Çiçekçi bana bir gül ver
Götürüp tabutuna iliştireyim.
Kaldırımlarda kömür tozları
Bacalarda koyu bir duman var
Kara bir gökyüzü tek özelliği bu kentin
Çiçekçi bana bir gül ver
Kapalı perdeleri açabilse gülüm
Kapalı kapıları kırabilse
Kapalı yüreklere girebilse...
Çiçekçi bana bir gül ver
- Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde!
sevgilime değil bir ölü için
Çiçekçi bana bir gül ver
İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim.
Yakasına böyle bir gül takmıştı
O gün bir görseydin sen onu
Çiçekçi bana bir gül ver
Sanki o güldendi bütün mutluluğu
Sen de: - Bir arkadaşın öldü
Ben diyeyim: - Kardeşim!
Çiçekçi bana bir gül ver
Götürüp tabutuna iliştireyim.
Kaldırımlarda kömür tozları
Bacalarda koyu bir duman var
Kara bir gökyüzü tek özelliği bu kentin
Çiçekçi bana bir gül ver
Kapalı perdeleri açabilse gülüm
Kapalı kapıları kırabilse
Kapalı yüreklere girebilse...
Çiçekçi bana bir gül ver
- Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde!
Şükrü Erbaş \ Ve Güz Geldi Ömür Hanım
ve güz geldi ömür hanım. dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. insanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde.
yağmur ha yağdı ha yağacak. incecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. hüznün bütün koşulları hazır. nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, yüzüm ömrümün atlası, düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. yaşamak bir can sıkıntısı mıdır ömür hanım?
her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar?
göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? bir güz düşünün ki ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış. böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir?
yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
dönelim...dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...olsun dönelim biz yine de. bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. ölçüsüz yaşamak bize göre değil ömür hanım. büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.
yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı ömür hanım. bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir göz bebeklerimden. sahi nedir yaşamın anlamı? geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki?
yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa?
öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...
oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben'e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. kim kimi ne kadar anlayabilir ömür hanım?
susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür hanım, şiiridir beni konuşmaya zorlama ne olur. sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...yalnızım ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...sularım toprağa sızıyor bak. yüzümü geceler örtüyor. binlerce taş saklanıyor içimde. kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?
kendilerinden olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki...bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? yerini bulur mu gerçekten? sözü yasaklamalı ömür hanım yasaklamalı...kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki?
olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. yanılıyor muyum? olsun. yanıldığımı biliyorum ya...
yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. sessizlik sesten hele de güncel ve kof her zaman iyidir, düş gücü, iç zenginliği verir insana. dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür...alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de.
kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile, bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur insanın küçücük ömrünün karşısında. istemenin kuralı yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz.
biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. en büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...
kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir, ufuklarımızsa sisler içinde...o kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, ağız dil vermez geceye? ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. çözemeyiz de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla.
dünya bir testidir, de, ömür hanım, ömür bir su...sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. ve bir gün ölümün balkonundan...dökülür toprağa el içi kadar bir su. yerde birkaç damla nem bir avuç ıslaklık...ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de...
sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. yıldım ömrümün kalıplarından. beni duy ve anla.
yağmur dindi ömür hanım. gökyüzü masmavi gülümsedi yine. doğa aynı oyunu oynuyor bizimle. umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. ne aldanış! bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa?
gökyüzünü öpmek isterdim ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. delilik mi dedin? kim bilir...belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? kim ne diyebilir ki?
kimseler görmedi ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. içimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan garip bir gülümsemeyle yüzümde, incelik adına ben geçtim...yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... yükümü yanlış bedestanlarla çözdüm.
ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. ürperiyorum. bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. içimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın ömür hanım?
yağmur ha yağdı ha yağacak. incecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. hüznün bütün koşulları hazır. nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, yüzüm ömrümün atlası, düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. yaşamak bir can sıkıntısı mıdır ömür hanım?
her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar?
göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? bir güz düşünün ki ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış. böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir?
yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?
yağmur yağıyor ömür hanım...gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
dönelim...dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır...olsun dönelim biz yine de. bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. ölçüsüz yaşamak bize göre değil ömür hanım. büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.
yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı ömür hanım. bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir göz bebeklerimden. sahi nedir yaşamın anlamı? geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. bakıyorum umut karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka ne ki?
yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi içine alan kocaman bir yanılsama değil mi yoksa?
öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. koşullarım beni oluşturdu ben acılarımı buldum. herkes gibi yaşasaydım eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi avutmaya beni. bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise, bir yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya, dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya...
oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir ben'e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde...bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. kim kimi ne kadar anlayabilir ömür hanım?
susmak yalnızlığın ana dilidir, ömür hanım, şiiridir beni konuşmaya zorlama ne olur. sözün sularını tükettim ben, kaynağını kuruttum. geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...yalnızım ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...sularım toprağa sızıyor bak. yüzümü geceler örtüyor. binlerce taş saklanıyor içimde. kim kimin derinliğini görebilir, hem hangi gözle?
kendilerinden olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki...bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? düşlerinden mi yoksa gerçeğinden mi? ve kaç kapıdan geçip yerini bulur bir başka insanda? yerini bulur mu gerçekten? sözü yasaklamalı ömür hanım yasaklamalı...kimsenin kimseyi anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne işe yarıyor ki?
olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten olurdu. aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. yanılıyor muyum? olsun. yanıldığımı biliyorum ya...
yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. kurşun aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. sessizlik sesten hele de güncel ve kof her zaman iyidir, düş gücü, iç zenginliği verir insana. dünyanın usul usul ağaran o puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. anlık izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, kalıcı ömürlüdür...alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, bizi değişmek çirkinleştirir de.
kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir adım bile, bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz olur insanın küçücük ömrünün karşısında. istemenin kuralı yoktur; istemek yaşamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, ne yerinde ne yersiz.
biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. en büyük hünerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...
kıyılarımız duygularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir, ufuklarımızsa sisler içinde...o kıyısız gökyüzü nasıl sığar küçücük gözlerimize, bir bardak suya, ağız dil vermez geceye? ve nedir ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir içimize. çözemeyiz de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, bu ezbere yaşamla.
dünya bir testidir, de, ömür hanım, ömür bir su...sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir yudum mutluluk için. ve bir gün ölümün balkonundan...dökülür toprağa el içi kadar bir su. yerde birkaç damla nem bir avuç ıslaklık...ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün acıların anasıdır, de...
sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. değişik şeyler söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. yıldım ömrümün kalıplarından. beni duy ve anla.
yağmur dindi ömür hanım. gökyüzü masmavi gülümsedi yine. doğa aynı oyunu oynuyor bizimle. umudun ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi atlasından. ne aldanış! bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, kurşuni-külrengi mi yoksa?
gökyüzünü öpmek isterdim ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. delilik mi dedin? kim bilir...belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? kim ne diyebilir ki?
kimseler görmedi ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. içimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan garip bir gülümsemeyle yüzümde, incelik adına ben geçtim...yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. beni cam kırıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü ve dağınıklığı ile... yükümü yanlış bedestanlarla çözdüm.
ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. saatlerce dayak yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. ürperiyorum. bir at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. içimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek. sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, yanılmış bir çocukluk olmasın ömür hanım?
Şükrü Erbaş \ Kum ile Su
Ben, duvar diplerini giyineceğim
Kimseye kapısından yakın olmayacağım
Ağzımı kuyulara vereceğim
Beni kim beklemiyorsa ona gideceğim
Otların ıssız mevsimini seveceğim
Bir yağmur hükmü olacağım
Mutluluğu pişmanlığı bir bileceğim
Sitemlerinizden eksileceğim
Kum sahiplerine suları göstereceğim
Kimin uzağı varsa kalbi var diyeceğim
Kirpilerin sevgisini soracağım size
Kılavuzum yalnızlık olacak
Ömrümü hiçbir yakınlıkla örtmeyeceğim
Babamı bende yaşatmayacağım
Güven duygunuzdan tiksineceğim
Çocuklarımdan çekileceğim
Hayalden başka gerçeğim olmayacak
Sevginizle yatışmayacağım
Bir tek alın çizgisine eğileceğim
Zaman hep sizi çoğaltacak
Bir harf bile etmeyecek kalbimden geçenler
Beni sevmeyeceksiniz bileceğim
Işıkları tarif edeceksiniz durmadan
Düzgün cümlelerinize yenileceğim
Sevincin yoksulluğunu göstereceğim size
Ayrılığın özgürlüğünü öğreteceğim
Aralık kapılarda fotoğrafınızı alacağım...
Kirpiklerimden çırpıp kalabalığın zamanını
Ey buğusuz taşlar
Size geleceğim...
Kimseye kapısından yakın olmayacağım
Ağzımı kuyulara vereceğim
Beni kim beklemiyorsa ona gideceğim
Otların ıssız mevsimini seveceğim
Bir yağmur hükmü olacağım
Mutluluğu pişmanlığı bir bileceğim
Sitemlerinizden eksileceğim
Kum sahiplerine suları göstereceğim
Kimin uzağı varsa kalbi var diyeceğim
Kirpilerin sevgisini soracağım size
Kılavuzum yalnızlık olacak
Ömrümü hiçbir yakınlıkla örtmeyeceğim
Babamı bende yaşatmayacağım
Güven duygunuzdan tiksineceğim
Çocuklarımdan çekileceğim
Hayalden başka gerçeğim olmayacak
Sevginizle yatışmayacağım
Bir tek alın çizgisine eğileceğim
Zaman hep sizi çoğaltacak
Bir harf bile etmeyecek kalbimden geçenler
Beni sevmeyeceksiniz bileceğim
Işıkları tarif edeceksiniz durmadan
Düzgün cümlelerinize yenileceğim
Sevincin yoksulluğunu göstereceğim size
Ayrılığın özgürlüğünü öğreteceğim
Aralık kapılarda fotoğrafınızı alacağım...
Kirpiklerimden çırpıp kalabalığın zamanını
Ey buğusuz taşlar
Size geleceğim...
Şükrü Erbaş \ Cam ile Taş
gözlerinle dilin arasına gerili uçurumu seviyorum.
kekeme özgürlüğünü seviyorum.
susuşundaki hıncı seviyorum.
kalbinde ürperen kışı seviyorum.
ellerindeki bilge zamanı
denizi yağmurdan korumaya çalışan
çocukluğunu seviyorum.
alnın masamızda dört mevsime ufuk
dudaklarında titreyen zamanı seviyorum.
yürüyorsun ya kalabalık
dönüp bir daha bakıyor kendine
boyunda çiçeklenen yedi rengi seviyorum.
her damlası ayrı bir hayat, ne bilsin yüzüne düşmeyen
gözlerindeki yaşı seviyorum.
beni uzaklaştırmaya çalışırken aklından geçenleri seviyorum.
kalbinden gövdene yürüyen utangaç karıncayı seviyorum.
ses nasıl menevişleniyor susunca ağzında
ağzından gelecek her sevinci, her azabı seviyorum.
gece ışıklarından topladığın o evler esrarını seviyorum.
susmanın da bir dili var elbet
teri yastığına sızan rüyanı seviyorum.
uyandığın sabahlardan başka bağım yok dünyayla
odalara ömür veren gövdeni seviyorum.
yürümediğin sokaklar nasıl da göz göz
bekleyişteki o mucizeyi seviyorum.
serçe parmağındaki lekedir yerim, kalabalığın uyumuna inat
hayalin gerçeğe değdiği yeri seviyorum.
ölümdür en büyük zaman, bilmez takvim gezenler
bir iç çekişte yanan hayatı seviyorum.
bizden büyük tanrısı yok yalnızlığın
getirdiğin hevesi, götürdüğün, imkanı seviyorum.
evlerdesin, dışarılar hüzün, eşyalar ayakta
senden ayrılanı seviyorum, sana kavuşanı seviyorum.
uzun cümlelerle konuşuyor kalabalık
bir sözcüğe sığdırdığın dünyayı seviyorum.
o gölgeyim taş dibinde, bir çürüme bilinci
hükmüm yok bahçende diyorum
üstüme elediğin şefkati seviyorum.
dişlerimin arasında bir ishak kuşu
eğiyorum ya başımı
çaresizliğime tuttuğun aynayı seviyorum.
bir gün bir kötü haber birimizden
kalanın diline gelecek ilk sözü, arayacağı ilk insanı
ilk gece yapacağı her şeyi seviyorum.
kekeme özgürlüğünü seviyorum.
susuşundaki hıncı seviyorum.
kalbinde ürperen kışı seviyorum.
ellerindeki bilge zamanı
denizi yağmurdan korumaya çalışan
çocukluğunu seviyorum.
alnın masamızda dört mevsime ufuk
dudaklarında titreyen zamanı seviyorum.
yürüyorsun ya kalabalık
dönüp bir daha bakıyor kendine
boyunda çiçeklenen yedi rengi seviyorum.
her damlası ayrı bir hayat, ne bilsin yüzüne düşmeyen
gözlerindeki yaşı seviyorum.
beni uzaklaştırmaya çalışırken aklından geçenleri seviyorum.
kalbinden gövdene yürüyen utangaç karıncayı seviyorum.
ses nasıl menevişleniyor susunca ağzında
ağzından gelecek her sevinci, her azabı seviyorum.
gece ışıklarından topladığın o evler esrarını seviyorum.
susmanın da bir dili var elbet
teri yastığına sızan rüyanı seviyorum.
uyandığın sabahlardan başka bağım yok dünyayla
odalara ömür veren gövdeni seviyorum.
yürümediğin sokaklar nasıl da göz göz
bekleyişteki o mucizeyi seviyorum.
serçe parmağındaki lekedir yerim, kalabalığın uyumuna inat
hayalin gerçeğe değdiği yeri seviyorum.
ölümdür en büyük zaman, bilmez takvim gezenler
bir iç çekişte yanan hayatı seviyorum.
bizden büyük tanrısı yok yalnızlığın
getirdiğin hevesi, götürdüğün, imkanı seviyorum.
evlerdesin, dışarılar hüzün, eşyalar ayakta
senden ayrılanı seviyorum, sana kavuşanı seviyorum.
uzun cümlelerle konuşuyor kalabalık
bir sözcüğe sığdırdığın dünyayı seviyorum.
o gölgeyim taş dibinde, bir çürüme bilinci
hükmüm yok bahçende diyorum
üstüme elediğin şefkati seviyorum.
dişlerimin arasında bir ishak kuşu
eğiyorum ya başımı
çaresizliğime tuttuğun aynayı seviyorum.
bir gün bir kötü haber birimizden
kalanın diline gelecek ilk sözü, arayacağı ilk insanı
ilk gece yapacağı her şeyi seviyorum.
18 Ağustos 2014 Pazartesi
Ahmet Telli \ Çocuksun Sen
dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
kum taneleri var ya onlardan birindeyim
yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor
bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte
çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum
dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun
sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı
kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum
kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahçup
ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için
bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar
ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa
bir daha doğmamak için doğmak diyorsun
olumlülerin işi bir de mutlu olanların
onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar
bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa
çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan
susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit
ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse
kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
bir kaza olsa adı aşk oluyor artık
asksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansik
seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada
kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak
yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin
sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen
hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun
adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada
esirgeyensin bağışlayansın, biad ediyorum.
çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil
2
çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm
bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ
sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar
dursam olurum paramparça olur dünya
çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüğüm
uçurum diyordun bir aşk uçurum özlemidir
bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna
tutunabileceğim tüm umutları görmiyeyim için
gözlerimi bağlıyorum geceyi mendil yaparak
(gözlerim bir yerlerde daha bağlanmıştı, bunu
unutmuyorum unutmuyorum unutmuyorum hiç)
bir rüzgâr esse ellerin fesleğen kokuyor
kırlangıçlar konuyor alnına akşamüstleri
bu yüzden bir kanat sesiyim yamaçlarda
üzgün bir erguvan ağacıyla konuşuyorum
ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım
bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte
çocuksun sen alnına kırlangıçlar konan
bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer
okyanus diyelim istersen ya da sen söyle
batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum
upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken
gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde
ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su
çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç
gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı
(soluğunun elma kokması bundandı belki)
bir elma kokusuna tutundum düşerken
sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
çocuksun sen, çocuğumsun
Şükrü Erbaş \ Aynı Yürek Lekesi
babam gelirdi ve akşam olurdu.
bahçedeki akasya ağacı günboyu biriktirdiği kuşları
birer hayal topu olarak uzatırdı yatağımıza.
siyah-beyaz bir fotoğraf gibi gelirdi babam.
kamyonlar hep geceleri, hep uzaklara giderdi.
ben o zamanlar bütün babaları susar sanırdım.
yalnızca gaz lambasıyla konuşan bir diş gıcırtısıydı babam.
kapılar titreyerek açılır, titreyerek kapanırdı.
tanrıyı ve uzun konuşanları sevmezdi hiç.
babamdan yapılmış bir korkuydu dünya.
ben o zamanlar yalnızlığı gece sanırdım.
ne kadar susarsa o kadar terlerdi.
boncuk bocuk döktüğü ter, hep uzağından geçen kadınların
içinde göveren gözleri miydi?
babam en çok kışa yakışırdı.
bütün oyunlarımız başkalarının evlerine bir güzellemeydi.
annem babamın günahları için bir namaz yumağı hâlâ.
ey penceresi dışarıya açık, içeriye kapalı evler...
babam neden yalnızca içince güzeldi.
şimdi beş ayrı evde aynı yürek lekesi
süt kokularına yayılıp duruyor.
babam on altı yıldır ölüme saçmalığını anlatıyor...
bahçedeki akasya ağacı günboyu biriktirdiği kuşları
birer hayal topu olarak uzatırdı yatağımıza.
siyah-beyaz bir fotoğraf gibi gelirdi babam.
kamyonlar hep geceleri, hep uzaklara giderdi.
ben o zamanlar bütün babaları susar sanırdım.
yalnızca gaz lambasıyla konuşan bir diş gıcırtısıydı babam.
kapılar titreyerek açılır, titreyerek kapanırdı.
tanrıyı ve uzun konuşanları sevmezdi hiç.
babamdan yapılmış bir korkuydu dünya.
ben o zamanlar yalnızlığı gece sanırdım.
ne kadar susarsa o kadar terlerdi.
boncuk bocuk döktüğü ter, hep uzağından geçen kadınların
içinde göveren gözleri miydi?
babam en çok kışa yakışırdı.
bütün oyunlarımız başkalarının evlerine bir güzellemeydi.
annem babamın günahları için bir namaz yumağı hâlâ.
ey penceresi dışarıya açık, içeriye kapalı evler...
babam neden yalnızca içince güzeldi.
şimdi beş ayrı evde aynı yürek lekesi
süt kokularına yayılıp duruyor.
babam on altı yıldır ölüme saçmalığını anlatıyor...
Edip Cansever \ Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
hiçbir şey ! kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında
yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
dönüşür içimizde az menekşe, bir sarmaşık
menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur
her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla
deriz ki, "şuram ağrıyor" bir de, "başım dönüyor", "yanıyor
avuçlarım"
belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş,yaşıyorcasına
uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan
olmalarıyla-
korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin
kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin
ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park
bekçisinin
korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi
sallanaraktan
bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda
aranan
korkunçtur-bunu anlıyoruz-bir yüzün en çoğul beyazında
korkunctur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe
ışıklarında
ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan
olmalarıyla
korkunçtur korkunç!
diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum
ayrıca
neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
tüketen kim. hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini
ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz
inceliği
ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi
yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar
birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır
gibi
ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda
anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun
butlarında
ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan
olmalarımla
kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma
odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar
bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar
bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa
vurmalar
ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu
konuda
ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın
sonsuzunda
bu kadarcık bir şey-iyi ya, peki, şimdi kim var sırada
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ellerimizle.. başlayın, hadi başlasanıza
örneğin bir kahve falı ? az müzik ? diyorum biraz iskambil!..
ama hiç seslenmeyelim-seslenmeyelim-içimizden oynayalım
ayrıca
- dört kişiyiz!
- hayır on!.
- bin kişiyiz!
- bana kalırsa..
ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında
öyleyse başlayalım: koz kupa! ah şu sinek onlusu bire bir
unutulmaya
çayınız soğuyacak! çayınız mı dediniz ? ne tuhaf biraz
anlıyorum
- üç karo!
- pas diyorum!
- susalım baylar, dört kupa!
ah şu sinek onlusu! koz kupa! çayınız mı dediniz ? susalım!
susalım-niye susalım-anılar mı dediniz ? ne sesli bir
vuruşma!
ya sonra ? bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra
gene mi, başladınız mı ? peki şimdi kim var sırada
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ağzımızla.. yok canım, ben var ya, istiyorum sırada
olmayı istiyorum-sahi mi- ama isterseniz siz olun
siz olun, biz olalım kim olacak ? -hep böyle oyalansanıza
yani "şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa."
gibi oyalansanıza
biraz oyalansanıza.
bir oyun başka olamaz oyundan gibi
bir söz başka olamaz sözden gibi
bir şey başka olamaz şeyden gibi
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
hiçbir şey ! kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum
bir yaşlı kadın en erkek boyutunda
kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu
hiç bilmiyoruz
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda
ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla
tam öyle gibi.. demeyin: eh, biraz yorulsak da
demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda
biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz
bilmiyoruz ya
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
ıı.
ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda
nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki
dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına
dedi ki: siz niye yoksunuz acaba
bilmem ki – doğrusu bilmiyorum – niye yokmuşum ben
sahi ben niye yokmuşum – öyle ya – elbette sordum ona
dedim ki – ne desem beğenirsiniz – iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından
dedim ki, falan filan..
örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan
ölüversem şuracıkta
bakınca herkes orama burama
derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim
hey tanrım! ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına.
yani kim yaşamış kendi adına
vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında
tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner
döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey
hani ne başlar ne biter
hani ne vardır ne yoktur
tanrısal bir harekettir din adamlarınca
bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik
çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya
hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda
herkes gibi bir şey niye olmalı
bakınca işte şurdan şuraya
masalar, masada yazı makinaları
derim ki, niye olmalı
bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları
sürüngen parmakları
çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız
hayata bir şey demeyen bu garip adamları
bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını
mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin
yıllarca unutulmayan o kadın adlarını
ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları
bilmem ki niye
yani masalar işte, masada yazı makinaları
istemem, niye olmalı
evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları
devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli – mor balkonları
bakımsız avluları
avlular.. ve uzun ve esmer domino oyuncuları
sonra gene upuzun kahveye çıkmaları
öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan
bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı
kadınsa – nasıl artık – seğirtken bir ürperişle
yeniden bir erkekle.. ama hiç ummadığı
öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan
nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı
ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde
yaş masalar üstünde onların anlamadığı
derim ki, niye olmalı
niye olmalı bilmem
şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden
ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları
ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları
değişmez bakışları
bir hüzün gibi değil, doğrusu değil
hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları
derim ki, niye olmalı
şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana
kadife ayakları
bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla
hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları
herkes gibi bir şey niye olmalı
varken kendini bulmak, bulmalı
hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan
sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan
atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi
ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki
sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri
öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan
üstelik – bilmiyorum ya – biliyormuş gibi en azından
ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman
o zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek
gelirim de sizlere, alınınca odaya
şöyle bir köşeye oturuncaya
kadarki o sıkıntıyı geçerek
başlarım konuşmaya
derim ki, öksürmüyorum, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi
tıraş olmuştum ayrıca
bu gömlek yepyenidir, bakmayın ucuzdur, kötüdür, dayanılmaz kokusuna
ya sonra kaç kere şaştım o tuhaf çarşılarda
aynalar, danteller, cins baharatlar satılan orada
bilseniz kaç kere duydum bir kızın neyi duyduğunu
bahçesiz bahçelerde, ağaçsız ağaç altlarında günlerce uyunduğunu
ya nasıl istedim ki, “çok iyi”, “ah ne güzel” dediklerini
kırlarda, ot yiyen bir tavşanda süresiz olmak gibi
ve nasıl yitirdim ben kendimi
durmadım, geldim işte, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi
tıraş olmuştum ayrıca
gömlekten söz açınca aklıma geldi
ben omuzlarımı sevmem, o geldi birden aklıma
bir sürü kemiktir onlar, salt kemik, takır da takır boyuna
sevmiyorum ayaklarımı da
yok koyacak bir yer, bulamıyorum, gözlerim var iyi ki
çünkü ben mutsuz kişi, durmadan onları kullanıyorum
gözleri, göz bildiğim her şeyi
yazık ki bir fırtınayla her zaman kirleniyorlar
bir şehrin içinden geçen nehirler gibi
sürüyüp götürüyorlar olanca pislikleri
kaskatı bir intiharı, yok yerden bir cinayeti
bir sevişmeyi.. o benim yapayalnız gözlerime fırlatıyorlar
hıh!. işte bunlar da kendi gözleri
kızarmış aklarıyla kendi gözleri
her gün bir o kadar görmeyle kayboluyorlar
ve dalgın bir bakışta yansıtıp yüreklerini
kayboluyorlar bir bir
öyle ki – ben diyelim – yeniden bulmak için onları
yeniden bulmak için
çırpınıp duruyorum dört duvarında kendimin.
o zaman gelsin omuzlarım, gelsin ellerim
ayaklarım da
öyle bir üst kat manzarasıyla, bir vurgu gibi
takır da takır, takır da takır boyuna
yürüyüp gidiyorum onlarla
parklara gidiyorum üst üste niyetler çekmeye
ihtiyar kumruların ağzından
kocaman kamyonlara düzenle sıralanan
kutulardan birini
çekiyor gibi en altından
alışıyorum buna da, bu fırtınaya da
bir ellik, bir avuçluk, bir anlık bu avuntuya
çünkü bu hep böyle oluyor her zaman.
derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan
hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri!
bir parça şarabım var altından
yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça
yani bak kısa yoldan bir toplam
nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım
ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından
düzlere vursam düzlerden
dağlara vursam dağlardan
önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan
sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan
ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi
acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan
öyleyse de bana, nasıl anlamam
tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan
o “her şey” kelimesi gibi
anlamı bitmek olan
nasıl anlamam ben kendimi
işte hey park bekçisi serseri
bir parça şarabım var altından
çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni
açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni
bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı
– hani ben memurdum yanlarında –
gelecektir birazdan. öff!. şimdiden ne sıkıntı ha
giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini
geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi
ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da
her şeyi nasıl teptim, bilmez mi
oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini
baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum
bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber
eliyle dürterekten yanındaki erkeği
beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi..
gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan
sonra bilmem ki nasıl, öyle canlıydı ki elleri
durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi
o cansız, o soluk kilise resimleri gibi
bir tanrı duruyordu, az ötelerde
mutluydum, niye mi? çünkü be yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi
ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam
ve hüzün... isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni
ııı.
ben sanki unuttum da yaşamakta olan her şeyi
acıyı, sevinci, aşkı, o her zamanki her şeyi
derim ki vakit olmayacak, olmayacak pek şimdi
hanlarda, ve pirinç karyolalarda, ve deliksiz uykularda gibi
tadarken bir ekmeği hep, kurarken bir cep saatini
tam öyle gibi, çok alıngan birinin doyumsuz yalnızlığında
o karanlık sözlerin daha bir kesinleştiği
gibi
vakit pek olmayacak şimdi
bir bir gezindim de ben bütün mezarlıkları
zakkumları gördüm ve erguvanları
ölüler gördüm ölüler, bir avuç kemikle o sonsuz
onlar ki ne yaparlar, hiç bilmem – ben sevmem omuzlarımı
ayaklarımı da
takır da takır, takır da takır omuzlarımı
ayaklarımı
ayaklarımı, omuzlarımı
içimde yürürler doldurup uykularımı
dışımda yürürler, ki benden değiller gibi kaskatı
ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını
yaşarken olmadığını, sonra hiç olmadığını
ve nasıl isterim ki, açınca bağrımı birden
der gibi, diyerekten: ey lazar çık dışarı!
çık dışarı, çık dışarı!
oysa ne mezarlar konuşur, ne lazar çıkar dışarı
ne de bir ses olur ağzımda: kaygılı, titrek
göstermek için sizlere yaşıyor diye insanı
ne sanki bir böcek gibi olduğum yerde kurumak
süpürün kabuklarımı!
ne öyle balıklar gibi vurmak kıyıya
döndürmek için sulara bir balık boyu yaşamı
ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını
yaşarken olmadığını, belki hiç olmadığını
ya sonra nasıl işte, kuşkuyla soraraktan
insan, insan, insan! ben miyim, başkaları mı
ben miyim başkaları mı – yani bin köşeli, bin kıyılı
bir kavrayışla
istesek bir şey değil
istesek daha fazla
takır da takır, takır da takır omuzlarıyla
ayaklarıyla
nedir mi insan? – ya nedir sahi, biraz anlatsanıza!.
hadi anlatsanıza!
- elbette anlatırız, niye anlatmayalım
- insan mı dedik, ne dedik? haa, tamam, bize kalırsa..
- evet size kalırsa
- hiç canım, biraz oyalansanıza
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
hiçbir şey! işte çok beyaz yataklarda çok beyaz öğlen uykuları
bir suçun olmazlığı, bir elin çalmazlığı kapınızda
bir deniz – ta dibinden – süresiz duyduğunuz
kutsal ama din değil, bir tutku kafanızda
dersiniz: bir konser sonu, geçmekte yaz ikindilerinden
bir pencere sapsarı; ya sizden, ya müziğin renginden
dersiniz hiç çekinmeden
dersiniz: niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı
örneğin bir balkonu, oradan
balkona ekleyerekten bir dağ başını
sonra balkonla dağı
ansızın bitiştiren
öyle bir kuş sürüsü tek kuşa benzeyerekten
bir aşağı bir yukarı
niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı
niye kullanmayayım öylesi bir ustalıkla
bularaktan bir yüzü, okşayaraktan saçları
derim ki tam sırası, yakaraktan bir cıgara
üfleyip tutaraktan bir sürü akçıl dumanı
ve nasıl bir fiyakayla elleri cebe sokmalı
bilirim, böylece vakit olmalı
bilirim, böylece vakit olmalı
bir caddeyi kullanmalı az çok, bir göğü, bir kadeh siyah şarabı
denedim, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı
yerler var, boyunca sokaklar, geçince çok duvarları
o duvarlar ki hep öyle: akasya, erzurum, askerlik fotoğrafları
ya kâğıtlar – ne de çok – çok gözlü bir deniz hayvanı kâğıtlar..
nerde bir alaska var, nerde bir alaska yok, işte onları
nerde bir afrika’yı
afrika.. ve akılda tutulan yerleşik insan kokuları
diyorum kullanmalı
o durmuş saatleri, baş başa evrensiz kalmaları
şehvetli çarşıları; çarşılar.. yağ, balık, gül yazıları
kocaman evleri sanki, bir kocaman anahtarları
bulanık bir göz gibi – tam öyle gibi – çok kaygan odaları
odalarda yan yana, erinçli, hür yatmaları
diyorum kullanmalı
“nereye? – bilmem ki..” işte o adamları
eskimiş kanları az çok, bir filmin koptuğu yeri, resimsi bakışları
peygamber soylarını, o uysal ateşleri, hurma şaraplarını
ve kutsal kitapları
öyle ya, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı
bu ölümsüz kalmaları
yani bir sonsuza varmayı boyuna – biz ikimiz seninle
ama sen kimsin işte? bunu hiç sormamalı
bunu hiç sormamalı; bitmesin, sürsün diye
böylece, azıcık vakit olmalı
ıv.
korkunç, biz buna sonbahar diyoruz, oysa bir böceğin vızıltısı
bir yaşlı çocuktan azalan sesi dünyanın – bir böceğin vızıltısı
pis lokantalarda çekilmez akşamüstleri – bir böceğin vızıltısı
bilmem. kimi duymak istiyorum ben? sizi mi? – bir böceğin vızıltısı
ah şimdi o taş evin sıcağında – sanki bir anmak istediğim öyle uzak ki, nasıl
nasıl bir hüznün başkaldırışı – bile değil – bir böceğin vızıltısı
herkes ne çabuk göçüyor. azıcık korkuyorum. dün biri gitti
olanlar oluyor işte – ne yaparsın – bir böceğin vızıltısı
akşamları uykum kaçıyor. kaçsın – yaşlı teyzem diyor ki
diyor ki – vallahi anlamıyorum – bir böceğin vızıltısı
bir de hep unutuyorum – anlamadığımı – özürler diliyorum durmadan
ohoo!. teyzem mi? uyumuş oluyor çoktan – şu kantolar ülkesinde canım
eski bir üsküdar’da, bir gül kokusu ağırlığında dolaşıyor belki
hay allah! nereden çıktı şimdi? bu saatte kim olabilir ki
yani ben kimseyi tanımıyorum ki – kendimi bile – ah şu böceğin vızıltısı
bir gün kırmızı gözlü birinin gülbahar oynayışında beraberdik
her neyse, amcamın namuslu günleri
neden bana kız resimli çakısını vermedi acaba, bir türlü öğrenemedim
istemem düşünmeyi bile – yahu ben demin sokaktaydım, şimdi nerdeyim, meyhanede miyim
konyak mı içiyorum? niye mi sevmiyorum mısır ehramlarını, osmanlı tarihini
bu hangi şarkıcı – sıkıyor beni – kolyenizi sevdim nermin hanım!
bu kaçak tütünü niye mi içiyorum? bilmem ki.. hani bir sorguya çekseler beni
çeksinler, ne suçum var sanki, suçsuzum ben vallahi billahi
azıcık dalmışımdır – ha şunu anlasaydınız – bütün suç dalgınlığımda
polis mi? tutsak mıyım? ne adamsınız siz! götürün bari ilgisizliğimi
bu konyak niye çok pahalı, ben bu orospuyla yattım diye mi, ayıp
çok ayıp! hem birazdan gene yatacağız, öyle değil mi sevgilim
siz şu hesabı getirin hele, ben böyle kalçalar görmedim ne zamandan beri
gülmeyin canım! şu hayvan suratlı adam bize bakıyor da ondan, kızıyorum
bu turunç likörünü kim içiyor sabah sabah? demeyin, sahi ben gene mi yalnızlıyorum
gene mi, ah niye ağlayamıyorum bu güneşli istanbul vakti
hani ben böyle istiyorum da, bırakın böyle olsun, öyle mi.
olsun. herkes ne güzel kıyılarda ne güzel ayaklarına bakıyor
bir gökyüzü dinleniyor içimizde, bir huysuz at, bir soru, derken bastırıyor o böceğin vızıltısı
gittikçe bastırıyor, iyi bastırıyor şimdi, örneğin ben o vızıltısıyla uyanıyorum sabahları
ne gelirse yapıyorum elimden – duymamak için – sanki bir
dilim ekmeği bir yıl kadar uzatıyorum
sanki bir istasyona vuruyorum ilkin, şöyle bir ilk çağa vurur gibi. iyi mi?
ya da bir tren geçiyor da az ötemden, ben o trenin doğu yolcuları
bir süre değişik, bir süre anlamamış, giderek tam eskisi gibi kendime bakıyorum
dedim ya, ne gelirse yapıyorum elimden – unutmak için – ah şu böceğin vızıltısı
bastırıyor durmadan. bense yalnızlığa daha bir yalnızlık koyuyorum, hepsi bu
yani bir böcekte yaşıyorum – dersem inanın – onu deviniyorum hep, bilmem ki..
bilmem ki.. üstelik sevmiyorum da, neyi sevmiyorum, yalnızlığı, öyle mi
kim bilir belki de, bütün gün sesleniyorum çünkü – nereden
örneğin bir sonbahar sözcüğünden, bir dilbilgisi yanlışından,
bir satır başından belki. belki de...
bir doğu kentinden, bir ölü gömme töreninden, sesli bir
manastırdan az çok, bin adet bir ak güvercinden
kendimden, yanlış ve eksik olan bir yerden; bir nymphe
masalından sanki: korkuyla sinen, şehvetle yiten, ses
olan doygunsuzluğuma, benimle eşitlenen
her şeyden, ama her şeyden; değil bir eşkıya çatışmasından
yalnız, kuru bir dereden, dural bir kargadan, ölümün yepyeni bir sözlüğünden
yepyeni bir sözlüğünden. ölümün. o yılgın silahlardan. yani
bir şiir parçasından belki. bir sokak kargaşasından
cinsel bir çekişmeden
arta kalan bir yerden: bitkisel gözlerinden, katılmış
içlerinden, o kansız evrelerinden, sürekli hüzünlerinden
bilmem ki neden. işte bir çocuk durgunluğu gibi. ama tam
öyle gibi. önce bir sorguya takılı: uyumlu, ürkek,
bitimsiz derinleşen
ve içsel bir bulantıdan. ve çirkin bir gülüşten. ve güçsüz bir
atılımla belirsiz bir av hayvanının döllerinden
gelince birden gelen; nedensiz bir üşüntüden, kıyısız bir
denizden, ışıksız bir lambadan, az konuşkan, iletken
onların dillerinden, onların kuşkusundan, onların her
şeyinden, dışardan hiç bilinmeyen
sinsi pis çentiklerden. sanki bir tortu gibi. arınmaz kirler
gibi, gelişen artan, kendini biriktiren
nedense biriktiren. sonra hep dışa vuran. birden. öyle bir
pas lekesi. gibi. kararsız sözlerinden, dengesiz
aşklarından, tanrısız ellerinden
yenilgin. ve karşıt bir yörüngeden: dualarda eriyen, kuytularda direnen, içkilerde küçülen
atılgan bir duruşla o sonrasız, edilgen
böyle hep seslenirim ben. duyan kim? ama ben seslenirim – nereden
nereden? – baktıkça üreyen, saydıkça çoğalan, vardıkça yetişilmeyen
seslenirim kendimden: öyle soy, öyle güzel, öyle çekici
vardır ya, sirenler gibi işte: “size ben öğreteceğim dünyanın gizlerini!”
gel gör ki anlatamam, vardıramam sözlerimi. bildiniz, hep o böceğin vızıltısı
durmadan bastırıyor. kötü bastırıyor şimdi. örneğin ben o
vızıltıyla bakıyorum yanıma yöreme
bakınca bir baş dönmesi – o kadar hızlı ki her şey – bir
kalın testere bir gökyüzünü kesiyor tam ortasından
bir katılık bir katılığa yapışıyor. bir çark dönüyor iç mavileriyle. şu, bu..
bir çocuk ip atlıyor. biri bir tel çekiyor karşıya. bir mağaza
vitrini gürültüyle duruyor anlatılamaz
ha babam yazıyor biri. bir haham tevrat’ı dört dönüyor – yahu bu sokaklar da kim
yapmayın, meyhanedeyim ben, çok kadehten bir kadehim yok benim
o kadar hızlıyım ki başım dönüyor – bari şu vızıltı olmasa
iyi ya, belki de yalnız değilim – değilim de – durmuşum bir yalnızlıkta
durmuşum, bunu anlıyorum, duyurmak istiyorum üstelik
istiyorum – duyurmak – düşmeden bir kayıtsızlığa
yani ben böyle istiyorum, bırakın böyle olsun
diyorum – pek uzaktan – sevgilim, boş geçirmeyelim mi geceyi
ben o senin omuzlarını düşündüm, bundandır, şimdi gözlerim beyaz
benim gözlerim beyaz – hem nasıl – bilmiyorum, ya seninkisi
ne dersin, hayır mı, boş geçirmeyelim mi geceyi
kapasak mı pencereyi acaba
geçiyor – anneniz mi – eskimiş yün kazaklarla
babanız – daha erken – gelmeyen babanızla
gelecek! – annenizdir – çoğalan gözleriyle kapıda
gelmiyor – babanızdır – bulunmuş eşyalar arasında
ağlıyor – annenizdir – yok canım, biraz oyalansanıza!
gibi oyalansanıza
girerekten mutfağa, soraraktan o kalaylı taslara
çünkü o baş dönmesi ya orda, ya yukarda tavan arasında
güveler, hep güveler, bir delik, bir delik daha
biraz oyalansanıza!
bir oyun başka olamaz oyundan gibi
bir söz başka olamaz bir sözden gibi
bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne gelir elimizden insan olmaktan başka.
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
hiçbir şey ! kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında
yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
dönüşür içimizde az menekşe, bir sarmaşık
menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur
her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla
deriz ki, "şuram ağrıyor" bir de, "başım dönüyor", "yanıyor
avuçlarım"
belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş,yaşıyorcasına
uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan
olmalarıyla-
korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin
kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin
ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park
bekçisinin
korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi
sallanaraktan
bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda
aranan
korkunçtur-bunu anlıyoruz-bir yüzün en çoğul beyazında
korkunctur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe
ışıklarında
ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan
olmalarıyla
korkunçtur korkunç!
diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum
ayrıca
neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
tüketen kim. hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini
ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz
inceliği
ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi
yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar
birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır
gibi
ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda
anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun
butlarında
ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan
olmalarımla
kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
anılar bulacaksam- anılar mi dediniz ? ne sesli bir vuruşma
odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar
bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
zorlanmış bir gülüşten-iğrenip birden-kusmalar, bulantılar
bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
ölüler bulacaksam-ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa
vurmalar
ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu
konuda
ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık birşey insanın
sonsuzunda
bu kadarcık bir şey-iyi ya, peki, şimdi kim var sırada
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ellerimizle.. başlayın, hadi başlasanıza
örneğin bir kahve falı ? az müzik ? diyorum biraz iskambil!..
ama hiç seslenmeyelim-seslenmeyelim-içimizden oynayalım
ayrıca
- dört kişiyiz!
- hayır on!.
- bin kişiyiz!
- bana kalırsa..
ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında
öyleyse başlayalım: koz kupa! ah şu sinek onlusu bire bir
unutulmaya
çayınız soğuyacak! çayınız mı dediniz ? ne tuhaf biraz
anlıyorum
- üç karo!
- pas diyorum!
- susalım baylar, dört kupa!
ah şu sinek onlusu! koz kupa! çayınız mı dediniz ? susalım!
susalım-niye susalım-anılar mı dediniz ? ne sesli bir
vuruşma!
ya sonra ? bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra
gene mi, başladınız mı ? peki şimdi kim var sırada
sakın haaaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
yok deyin çünkü biz..biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ağzımızla.. yok canım, ben var ya, istiyorum sırada
olmayı istiyorum-sahi mi- ama isterseniz siz olun
siz olun, biz olalım kim olacak ? -hep böyle oyalansanıza
yani "şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa."
gibi oyalansanıza
biraz oyalansanıza.
bir oyun başka olamaz oyundan gibi
bir söz başka olamaz sözden gibi
bir şey başka olamaz şeyden gibi
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
hiçbir şey ! kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum
bir yaşlı kadın en erkek boyutunda
kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu
hiç bilmiyoruz
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda
ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla
tam öyle gibi.. demeyin: eh, biraz yorulsak da
demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda
biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz
bilmiyoruz ya
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
ıı.
ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda
nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki
dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağına
dedi ki: siz niye yoksunuz acaba
bilmem ki – doğrusu bilmiyorum – niye yokmuşum ben
sahi ben niye yokmuşum – öyle ya – elbette sordum ona
dedim ki – ne desem beğenirsiniz – iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından
dedim ki, falan filan..
örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan
ölüversem şuracıkta
bakınca herkes orama burama
derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim
hey tanrım! ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına.
yani kim yaşamış kendi adına
vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında
tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner
döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey
hani ne başlar ne biter
hani ne vardır ne yoktur
tanrısal bir harekettir din adamlarınca
bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik
çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya
hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda
herkes gibi bir şey niye olmalı
bakınca işte şurdan şuraya
masalar, masada yazı makinaları
derim ki, niye olmalı
bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları
sürüngen parmakları
çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız
hayata bir şey demeyen bu garip adamları
bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını
mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin
yıllarca unutulmayan o kadın adlarını
ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları
bilmem ki niye
yani masalar işte, masada yazı makinaları
istemem, niye olmalı
evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları
devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli – mor balkonları
bakımsız avluları
avlular.. ve uzun ve esmer domino oyuncuları
sonra gene upuzun kahveye çıkmaları
öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan
bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı
kadınsa – nasıl artık – seğirtken bir ürperişle
yeniden bir erkekle.. ama hiç ummadığı
öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan
nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı
ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde
yaş masalar üstünde onların anlamadığı
derim ki, niye olmalı
niye olmalı bilmem
şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden
ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları
ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları
değişmez bakışları
bir hüzün gibi değil, doğrusu değil
hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları
derim ki, niye olmalı
şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana
kadife ayakları
bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla
hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları
herkes gibi bir şey niye olmalı
varken kendini bulmak, bulmalı
hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan
sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan
atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi
ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki
sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri
öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan
üstelik – bilmiyorum ya – biliyormuş gibi en azından
ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman
o zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek
gelirim de sizlere, alınınca odaya
şöyle bir köşeye oturuncaya
kadarki o sıkıntıyı geçerek
başlarım konuşmaya
derim ki, öksürmüyorum, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi
tıraş olmuştum ayrıca
bu gömlek yepyenidir, bakmayın ucuzdur, kötüdür, dayanılmaz kokusuna
ya sonra kaç kere şaştım o tuhaf çarşılarda
aynalar, danteller, cins baharatlar satılan orada
bilseniz kaç kere duydum bir kızın neyi duyduğunu
bahçesiz bahçelerde, ağaçsız ağaç altlarında günlerce uyunduğunu
ya nasıl istedim ki, “çok iyi”, “ah ne güzel” dediklerini
kırlarda, ot yiyen bir tavşanda süresiz olmak gibi
ve nasıl yitirdim ben kendimi
durmadım, geldim işte, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi
tıraş olmuştum ayrıca
gömlekten söz açınca aklıma geldi
ben omuzlarımı sevmem, o geldi birden aklıma
bir sürü kemiktir onlar, salt kemik, takır da takır boyuna
sevmiyorum ayaklarımı da
yok koyacak bir yer, bulamıyorum, gözlerim var iyi ki
çünkü ben mutsuz kişi, durmadan onları kullanıyorum
gözleri, göz bildiğim her şeyi
yazık ki bir fırtınayla her zaman kirleniyorlar
bir şehrin içinden geçen nehirler gibi
sürüyüp götürüyorlar olanca pislikleri
kaskatı bir intiharı, yok yerden bir cinayeti
bir sevişmeyi.. o benim yapayalnız gözlerime fırlatıyorlar
hıh!. işte bunlar da kendi gözleri
kızarmış aklarıyla kendi gözleri
her gün bir o kadar görmeyle kayboluyorlar
ve dalgın bir bakışta yansıtıp yüreklerini
kayboluyorlar bir bir
öyle ki – ben diyelim – yeniden bulmak için onları
yeniden bulmak için
çırpınıp duruyorum dört duvarında kendimin.
o zaman gelsin omuzlarım, gelsin ellerim
ayaklarım da
öyle bir üst kat manzarasıyla, bir vurgu gibi
takır da takır, takır da takır boyuna
yürüyüp gidiyorum onlarla
parklara gidiyorum üst üste niyetler çekmeye
ihtiyar kumruların ağzından
kocaman kamyonlara düzenle sıralanan
kutulardan birini
çekiyor gibi en altından
alışıyorum buna da, bu fırtınaya da
bir ellik, bir avuçluk, bir anlık bu avuntuya
çünkü bu hep böyle oluyor her zaman.
derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan
hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri!
bir parça şarabım var altından
yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça
yani bak kısa yoldan bir toplam
nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım
ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından
düzlere vursam düzlerden
dağlara vursam dağlardan
önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan
sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan
ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi
acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan
öyleyse de bana, nasıl anlamam
tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan
o “her şey” kelimesi gibi
anlamı bitmek olan
nasıl anlamam ben kendimi
işte hey park bekçisi serseri
bir parça şarabım var altından
çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni
açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni
bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı
– hani ben memurdum yanlarında –
gelecektir birazdan. öff!. şimdiden ne sıkıntı ha
giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini
geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi
ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da
her şeyi nasıl teptim, bilmez mi
oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini
baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum
bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber
eliyle dürterekten yanındaki erkeği
beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi..
gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan
sonra bilmem ki nasıl, öyle canlıydı ki elleri
durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi
o cansız, o soluk kilise resimleri gibi
bir tanrı duruyordu, az ötelerde
mutluydum, niye mi? çünkü be yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi
ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam
ve hüzün... isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni
ııı.
ben sanki unuttum da yaşamakta olan her şeyi
acıyı, sevinci, aşkı, o her zamanki her şeyi
derim ki vakit olmayacak, olmayacak pek şimdi
hanlarda, ve pirinç karyolalarda, ve deliksiz uykularda gibi
tadarken bir ekmeği hep, kurarken bir cep saatini
tam öyle gibi, çok alıngan birinin doyumsuz yalnızlığında
o karanlık sözlerin daha bir kesinleştiği
gibi
vakit pek olmayacak şimdi
bir bir gezindim de ben bütün mezarlıkları
zakkumları gördüm ve erguvanları
ölüler gördüm ölüler, bir avuç kemikle o sonsuz
onlar ki ne yaparlar, hiç bilmem – ben sevmem omuzlarımı
ayaklarımı da
takır da takır, takır da takır omuzlarımı
ayaklarımı
ayaklarımı, omuzlarımı
içimde yürürler doldurup uykularımı
dışımda yürürler, ki benden değiller gibi kaskatı
ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını
yaşarken olmadığını, sonra hiç olmadığını
ve nasıl isterim ki, açınca bağrımı birden
der gibi, diyerekten: ey lazar çık dışarı!
çık dışarı, çık dışarı!
oysa ne mezarlar konuşur, ne lazar çıkar dışarı
ne de bir ses olur ağzımda: kaygılı, titrek
göstermek için sizlere yaşıyor diye insanı
ne sanki bir böcek gibi olduğum yerde kurumak
süpürün kabuklarımı!
ne öyle balıklar gibi vurmak kıyıya
döndürmek için sulara bir balık boyu yaşamı
ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını
yaşarken olmadığını, belki hiç olmadığını
ya sonra nasıl işte, kuşkuyla soraraktan
insan, insan, insan! ben miyim, başkaları mı
ben miyim başkaları mı – yani bin köşeli, bin kıyılı
bir kavrayışla
istesek bir şey değil
istesek daha fazla
takır da takır, takır da takır omuzlarıyla
ayaklarıyla
nedir mi insan? – ya nedir sahi, biraz anlatsanıza!.
hadi anlatsanıza!
- elbette anlatırız, niye anlatmayalım
- insan mı dedik, ne dedik? haa, tamam, bize kalırsa..
- evet size kalırsa
- hiç canım, biraz oyalansanıza
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
hiçbir şey! işte çok beyaz yataklarda çok beyaz öğlen uykuları
bir suçun olmazlığı, bir elin çalmazlığı kapınızda
bir deniz – ta dibinden – süresiz duyduğunuz
kutsal ama din değil, bir tutku kafanızda
dersiniz: bir konser sonu, geçmekte yaz ikindilerinden
bir pencere sapsarı; ya sizden, ya müziğin renginden
dersiniz hiç çekinmeden
dersiniz: niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı
örneğin bir balkonu, oradan
balkona ekleyerekten bir dağ başını
sonra balkonla dağı
ansızın bitiştiren
öyle bir kuş sürüsü tek kuşa benzeyerekten
bir aşağı bir yukarı
niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı
niye kullanmayayım öylesi bir ustalıkla
bularaktan bir yüzü, okşayaraktan saçları
derim ki tam sırası, yakaraktan bir cıgara
üfleyip tutaraktan bir sürü akçıl dumanı
ve nasıl bir fiyakayla elleri cebe sokmalı
bilirim, böylece vakit olmalı
bilirim, böylece vakit olmalı
bir caddeyi kullanmalı az çok, bir göğü, bir kadeh siyah şarabı
denedim, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı
yerler var, boyunca sokaklar, geçince çok duvarları
o duvarlar ki hep öyle: akasya, erzurum, askerlik fotoğrafları
ya kâğıtlar – ne de çok – çok gözlü bir deniz hayvanı kâğıtlar..
nerde bir alaska var, nerde bir alaska yok, işte onları
nerde bir afrika’yı
afrika.. ve akılda tutulan yerleşik insan kokuları
diyorum kullanmalı
o durmuş saatleri, baş başa evrensiz kalmaları
şehvetli çarşıları; çarşılar.. yağ, balık, gül yazıları
kocaman evleri sanki, bir kocaman anahtarları
bulanık bir göz gibi – tam öyle gibi – çok kaygan odaları
odalarda yan yana, erinçli, hür yatmaları
diyorum kullanmalı
“nereye? – bilmem ki..” işte o adamları
eskimiş kanları az çok, bir filmin koptuğu yeri, resimsi bakışları
peygamber soylarını, o uysal ateşleri, hurma şaraplarını
ve kutsal kitapları
öyle ya, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı
bu ölümsüz kalmaları
yani bir sonsuza varmayı boyuna – biz ikimiz seninle
ama sen kimsin işte? bunu hiç sormamalı
bunu hiç sormamalı; bitmesin, sürsün diye
böylece, azıcık vakit olmalı
ıv.
korkunç, biz buna sonbahar diyoruz, oysa bir böceğin vızıltısı
bir yaşlı çocuktan azalan sesi dünyanın – bir böceğin vızıltısı
pis lokantalarda çekilmez akşamüstleri – bir böceğin vızıltısı
bilmem. kimi duymak istiyorum ben? sizi mi? – bir böceğin vızıltısı
ah şimdi o taş evin sıcağında – sanki bir anmak istediğim öyle uzak ki, nasıl
nasıl bir hüznün başkaldırışı – bile değil – bir böceğin vızıltısı
herkes ne çabuk göçüyor. azıcık korkuyorum. dün biri gitti
olanlar oluyor işte – ne yaparsın – bir böceğin vızıltısı
akşamları uykum kaçıyor. kaçsın – yaşlı teyzem diyor ki
diyor ki – vallahi anlamıyorum – bir böceğin vızıltısı
bir de hep unutuyorum – anlamadığımı – özürler diliyorum durmadan
ohoo!. teyzem mi? uyumuş oluyor çoktan – şu kantolar ülkesinde canım
eski bir üsküdar’da, bir gül kokusu ağırlığında dolaşıyor belki
hay allah! nereden çıktı şimdi? bu saatte kim olabilir ki
yani ben kimseyi tanımıyorum ki – kendimi bile – ah şu böceğin vızıltısı
bir gün kırmızı gözlü birinin gülbahar oynayışında beraberdik
her neyse, amcamın namuslu günleri
neden bana kız resimli çakısını vermedi acaba, bir türlü öğrenemedim
istemem düşünmeyi bile – yahu ben demin sokaktaydım, şimdi nerdeyim, meyhanede miyim
konyak mı içiyorum? niye mi sevmiyorum mısır ehramlarını, osmanlı tarihini
bu hangi şarkıcı – sıkıyor beni – kolyenizi sevdim nermin hanım!
bu kaçak tütünü niye mi içiyorum? bilmem ki.. hani bir sorguya çekseler beni
çeksinler, ne suçum var sanki, suçsuzum ben vallahi billahi
azıcık dalmışımdır – ha şunu anlasaydınız – bütün suç dalgınlığımda
polis mi? tutsak mıyım? ne adamsınız siz! götürün bari ilgisizliğimi
bu konyak niye çok pahalı, ben bu orospuyla yattım diye mi, ayıp
çok ayıp! hem birazdan gene yatacağız, öyle değil mi sevgilim
siz şu hesabı getirin hele, ben böyle kalçalar görmedim ne zamandan beri
gülmeyin canım! şu hayvan suratlı adam bize bakıyor da ondan, kızıyorum
bu turunç likörünü kim içiyor sabah sabah? demeyin, sahi ben gene mi yalnızlıyorum
gene mi, ah niye ağlayamıyorum bu güneşli istanbul vakti
hani ben böyle istiyorum da, bırakın böyle olsun, öyle mi.
olsun. herkes ne güzel kıyılarda ne güzel ayaklarına bakıyor
bir gökyüzü dinleniyor içimizde, bir huysuz at, bir soru, derken bastırıyor o böceğin vızıltısı
gittikçe bastırıyor, iyi bastırıyor şimdi, örneğin ben o vızıltısıyla uyanıyorum sabahları
ne gelirse yapıyorum elimden – duymamak için – sanki bir
dilim ekmeği bir yıl kadar uzatıyorum
sanki bir istasyona vuruyorum ilkin, şöyle bir ilk çağa vurur gibi. iyi mi?
ya da bir tren geçiyor da az ötemden, ben o trenin doğu yolcuları
bir süre değişik, bir süre anlamamış, giderek tam eskisi gibi kendime bakıyorum
dedim ya, ne gelirse yapıyorum elimden – unutmak için – ah şu böceğin vızıltısı
bastırıyor durmadan. bense yalnızlığa daha bir yalnızlık koyuyorum, hepsi bu
yani bir böcekte yaşıyorum – dersem inanın – onu deviniyorum hep, bilmem ki..
bilmem ki.. üstelik sevmiyorum da, neyi sevmiyorum, yalnızlığı, öyle mi
kim bilir belki de, bütün gün sesleniyorum çünkü – nereden
örneğin bir sonbahar sözcüğünden, bir dilbilgisi yanlışından,
bir satır başından belki. belki de...
bir doğu kentinden, bir ölü gömme töreninden, sesli bir
manastırdan az çok, bin adet bir ak güvercinden
kendimden, yanlış ve eksik olan bir yerden; bir nymphe
masalından sanki: korkuyla sinen, şehvetle yiten, ses
olan doygunsuzluğuma, benimle eşitlenen
her şeyden, ama her şeyden; değil bir eşkıya çatışmasından
yalnız, kuru bir dereden, dural bir kargadan, ölümün yepyeni bir sözlüğünden
yepyeni bir sözlüğünden. ölümün. o yılgın silahlardan. yani
bir şiir parçasından belki. bir sokak kargaşasından
cinsel bir çekişmeden
arta kalan bir yerden: bitkisel gözlerinden, katılmış
içlerinden, o kansız evrelerinden, sürekli hüzünlerinden
bilmem ki neden. işte bir çocuk durgunluğu gibi. ama tam
öyle gibi. önce bir sorguya takılı: uyumlu, ürkek,
bitimsiz derinleşen
ve içsel bir bulantıdan. ve çirkin bir gülüşten. ve güçsüz bir
atılımla belirsiz bir av hayvanının döllerinden
gelince birden gelen; nedensiz bir üşüntüden, kıyısız bir
denizden, ışıksız bir lambadan, az konuşkan, iletken
onların dillerinden, onların kuşkusundan, onların her
şeyinden, dışardan hiç bilinmeyen
sinsi pis çentiklerden. sanki bir tortu gibi. arınmaz kirler
gibi, gelişen artan, kendini biriktiren
nedense biriktiren. sonra hep dışa vuran. birden. öyle bir
pas lekesi. gibi. kararsız sözlerinden, dengesiz
aşklarından, tanrısız ellerinden
yenilgin. ve karşıt bir yörüngeden: dualarda eriyen, kuytularda direnen, içkilerde küçülen
atılgan bir duruşla o sonrasız, edilgen
böyle hep seslenirim ben. duyan kim? ama ben seslenirim – nereden
nereden? – baktıkça üreyen, saydıkça çoğalan, vardıkça yetişilmeyen
seslenirim kendimden: öyle soy, öyle güzel, öyle çekici
vardır ya, sirenler gibi işte: “size ben öğreteceğim dünyanın gizlerini!”
gel gör ki anlatamam, vardıramam sözlerimi. bildiniz, hep o böceğin vızıltısı
durmadan bastırıyor. kötü bastırıyor şimdi. örneğin ben o
vızıltıyla bakıyorum yanıma yöreme
bakınca bir baş dönmesi – o kadar hızlı ki her şey – bir
kalın testere bir gökyüzünü kesiyor tam ortasından
bir katılık bir katılığa yapışıyor. bir çark dönüyor iç mavileriyle. şu, bu..
bir çocuk ip atlıyor. biri bir tel çekiyor karşıya. bir mağaza
vitrini gürültüyle duruyor anlatılamaz
ha babam yazıyor biri. bir haham tevrat’ı dört dönüyor – yahu bu sokaklar da kim
yapmayın, meyhanedeyim ben, çok kadehten bir kadehim yok benim
o kadar hızlıyım ki başım dönüyor – bari şu vızıltı olmasa
iyi ya, belki de yalnız değilim – değilim de – durmuşum bir yalnızlıkta
durmuşum, bunu anlıyorum, duyurmak istiyorum üstelik
istiyorum – duyurmak – düşmeden bir kayıtsızlığa
yani ben böyle istiyorum, bırakın böyle olsun
diyorum – pek uzaktan – sevgilim, boş geçirmeyelim mi geceyi
ben o senin omuzlarını düşündüm, bundandır, şimdi gözlerim beyaz
benim gözlerim beyaz – hem nasıl – bilmiyorum, ya seninkisi
ne dersin, hayır mı, boş geçirmeyelim mi geceyi
kapasak mı pencereyi acaba
geçiyor – anneniz mi – eskimiş yün kazaklarla
babanız – daha erken – gelmeyen babanızla
gelecek! – annenizdir – çoğalan gözleriyle kapıda
gelmiyor – babanızdır – bulunmuş eşyalar arasında
ağlıyor – annenizdir – yok canım, biraz oyalansanıza!
gibi oyalansanıza
girerekten mutfağa, soraraktan o kalaylı taslara
çünkü o baş dönmesi ya orda, ya yukarda tavan arasında
güveler, hep güveler, bir delik, bir delik daha
biraz oyalansanıza!
bir oyun başka olamaz oyundan gibi
bir söz başka olamaz bir sözden gibi
bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne gelir elimizden insan olmaktan başka.
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
Edip Cansever \ Tragedyalar - 3
birden bire yapayalnızsanız her yerde
ve bundan korkuyorsanız
en küçük şeylerden bile. örneğin birine saati sorsanız
karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
biriyle bir şeyler konuşsanız
ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. postacı her gün mektup getirse
sözgelimi bir resmi dairede
fazlaca oyalansanız
şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste neden olmasın
kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
tuhaftır
sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.
ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene çaldınız
şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar
biraz da güldünüz aklınızdan geçen bir şeye
ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze
ama az ötede düğmeleriyle oynayan
ve yiyen tırnaklarını bir adam
duraksız sizi izliyordur belki de.
ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
ya da küçük bir memur bir banka servisinde
durmadan suçlusunuz
durmadan suçlusunuz
durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
gücünüz yok ödemeye.
giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
bir yankı : durmadan yalnızsınız
durmadan yalnızsınız.
ve bundan korkuyorsanız
en küçük şeylerden bile. örneğin birine saati sorsanız
karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
biriyle bir şeyler konuşsanız
ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. postacı her gün mektup getirse
sözgelimi bir resmi dairede
fazlaca oyalansanız
şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste neden olmasın
kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
tuhaftır
sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.
ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene çaldınız
şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar
biraz da güldünüz aklınızdan geçen bir şeye
ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze
ama az ötede düğmeleriyle oynayan
ve yiyen tırnaklarını bir adam
duraksız sizi izliyordur belki de.
ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
ya da küçük bir memur bir banka servisinde
durmadan suçlusunuz
durmadan suçlusunuz
durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
gücünüz yok ödemeye.
giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
bir yankı : durmadan yalnızsınız
durmadan yalnızsınız.
Metin Altıok \ Aşk da çevreye uyar
sevgilim aşk da çevreye uyar,
susuzluk kaktüsü dikenle kaplar.
bak bazı kadınlar kaçmaz çorapların
uzun bacakları olmuşlar.
ve bazı giysiler içinde çalımla
merdivenden iniyor adamlara çevreye uyar
.
çocukların gül dudağında
zift gibi yapışkan kara sakızlar.
öyle yalnızız ki bu panayırda
sevgimiz durmadan bir taşı ovar.
sevgilim aşk da uyar çevreye
ve kendine parlak bir yalan arar.
susuzluk kaktüsü dikenle kaplar.
bak bazı kadınlar kaçmaz çorapların
uzun bacakları olmuşlar.
ve bazı giysiler içinde çalımla
merdivenden iniyor adamlara çevreye uyar
.
çocukların gül dudağında
zift gibi yapışkan kara sakızlar.
öyle yalnızız ki bu panayırda
sevgimiz durmadan bir taşı ovar.
sevgilim aşk da uyar çevreye
ve kendine parlak bir yalan arar.
Nazım Hikmet Ran \ Sen Yoktun
kar kesti yolu
sen yoktun.
oturdum karşına dizüstü
seyrettim yüzünü
gözlerim kapalı.
gemiler geçmiyor uçaklar uçmuyor
sen yoktun.
karşında duvara dayanmıştım
konuştum konuştum konuştum
ağzımı açmadım.
sen yoktun,
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi
sen yoktun.
oturdum karşına dizüstü
seyrettim yüzünü
gözlerim kapalı.
gemiler geçmiyor uçaklar uçmuyor
sen yoktun.
karşında duvara dayanmıştım
konuştum konuştum konuştum
ağzımı açmadım.
sen yoktun,
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi
Arkadaş Zekai Özger / Hüzün Mevsimi
Gece
bir tabut gibi çöker omuzlarıma
bir ölünün iç çekmesi olur rüzgar
hüzünle düşünürüm uzaktaki bir evi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
hasreti bir ben bilirim
bir de gecenin gözlerindeki baykuş
baykuş kötü kuş baykuş çirkin kuş
onu hüznümle güzelleştiririm. hüznümle
süsler. bir damın üstüne oturturum
süsler. Damımın üstüne oturturum
-sizi hiç bu kadar yakından görmedimdi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
abimin acıyla yontulmuş yüzü
yaşlı bir güvercin gibi düşer avuçlarıma
dağılır ses olur acısı
ezberlediğim bir öğüdü yineler bana
-çocuğum üşütme yüreğini
şimdi hüzün mevsimidir bütün şiirleri gezen
ben doğma büyüme evciyim göç benim harcım değil
hasret bana çabuk dokunur yalnızken karanlıktan
korkarım
mesela mevsim kışsa yağmur yağıyorsa
mesela annem de yoksa yanımda
mesela, şimşek de çakıyorsa ben çok korkarım ağlarım
-ana bana kurşun dök. dua oku. üfle ana
ana ben daha çok küçüğüm. bana ninni söyle ana
yalnızım. bunu hep söylüyorum
yalnızım. bunu hep söylüyorum
geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor
hüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğine sığmıyor
her şey ne kadar olabilir meraklanıyorum
yüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyor
yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece
öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde
biliyorum. biliyorum bunu da biliyorum
gökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da
kendime kendimden başka kendim yok
ne utancımı kuşanan bir sevgi
ne çirkinliğimi öpen bir kız
yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız
-ana bana bir hal oldu. hep böyle titriyorum
ana çok üşüyorum, ıhlamur ısıt bana
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey insanlar
ey gecede unutulmuşluğumun yargıçları
iğrenerek öpüyorum parmaklarınızı
iğrenerek. hepinizi kucaklıyorum ilkin
ağzınızı dudaklarınızı dişlerinizi öpüyorum
bilmiyorsunuz. ben kendimi öpüyorum
cinsel bir çiftleşmedir çarşaflar
ıslak bir gece en fazla kendini çoğaltır
bir solucan vücuduna yeni bir halka ekler
döllenir acı. sevişme daha da erselikleşir
-hü'yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün
size bir gün mutlaka hü'yü anlatmalıyım
geceyse
tükenmişse güneşin güçlülüğü
gök gözlerinin buğusunu yansıtır
senin acın acıların ölümüne gebedir
korkma yavrum
ne gece ne geceler senin
suçsuz mızıkçılığını küçültemez
bir çirkini öpmek için uzattığın yüreğini
güzelleşip bir sevginin göğsüne yatmak biraz
biraz yorgun biraz korkak bir insan sevmek biraz
dayayıp sırtını gecenin duvarına
bir ölünün ağzını dudağını öpmek biraz
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey kanımda tefler çalan mevsimle gelen
sesimi çakallarla boğan gece
hüznüme vur acımı soy
beni de kuşat
boris karlof kadar masum yüzümü
karanlığınla frenkeştaynla
çünkü artık büyütmeliyim içimde nefreti
kalbim ki yıllardır iyiliğe abone
nerde bir insan görse
bırakır sevgi kuşlarını
çünkü o bağışlar yargıçlarını
kendi yasalarını kuramıyan yargıçlarını
ey gecede unutulmuşluğumun suçluları
ey yanlışlığımın yanlış yargılayıcıları
suçum: nefreti öksüz bırakmak
savunmam: sevgimi yüceltmek içindir
sakalım yok biliyorum ama kötü değilim
büyükleri sayarım küçükleri severim
çocukları incitmeden severim. kadını öpmesini
bilirim
sizi de sizi de öpmesini bilirim
-ana ben çok yalnızım. benim başka sevgim yok
içimde utanç çiçeği gibi büyüyor hü
kural tanımayan sevgim benim
aykırım fizikötem doğaüstüm yanlışlığım
aşkım. sevgili yanılgım benim başyargıcım
nefretim nefretim nerdesin
kalbim
bir gün elbette sana hükmedeceğim
elbet geçer bu hüzün mevsimi
bir baykuş bir serçeyle arkadaş olduğu gün
o gün size sevinci de anlatıcam
bir solucan bir leylekle çiftleştiği gün
o gün bahar mevsimidir size aşkı anlatacağım
ve bir gün elbette yıldızları sayacağım
-gelin kucaklayın beni. yıldızları sayamıyorum.
bir tabut gibi çöker omuzlarıma
bir ölünün iç çekmesi olur rüzgar
hüzünle düşünürüm uzaktaki bir evi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
hasreti bir ben bilirim
bir de gecenin gözlerindeki baykuş
baykuş kötü kuş baykuş çirkin kuş
onu hüznümle güzelleştiririm. hüznümle
süsler. bir damın üstüne oturturum
süsler. Damımın üstüne oturturum
-sizi hiç bu kadar yakından görmedimdi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
abimin acıyla yontulmuş yüzü
yaşlı bir güvercin gibi düşer avuçlarıma
dağılır ses olur acısı
ezberlediğim bir öğüdü yineler bana
-çocuğum üşütme yüreğini
şimdi hüzün mevsimidir bütün şiirleri gezen
ben doğma büyüme evciyim göç benim harcım değil
hasret bana çabuk dokunur yalnızken karanlıktan
korkarım
mesela mevsim kışsa yağmur yağıyorsa
mesela annem de yoksa yanımda
mesela, şimşek de çakıyorsa ben çok korkarım ağlarım
-ana bana kurşun dök. dua oku. üfle ana
ana ben daha çok küçüğüm. bana ninni söyle ana
yalnızım. bunu hep söylüyorum
yalnızım. bunu hep söylüyorum
geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor
hüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğine sığmıyor
her şey ne kadar olabilir meraklanıyorum
yüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyor
yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece
öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde
biliyorum. biliyorum bunu da biliyorum
gökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da
kendime kendimden başka kendim yok
ne utancımı kuşanan bir sevgi
ne çirkinliğimi öpen bir kız
yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız
-ana bana bir hal oldu. hep böyle titriyorum
ana çok üşüyorum, ıhlamur ısıt bana
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey insanlar
ey gecede unutulmuşluğumun yargıçları
iğrenerek öpüyorum parmaklarınızı
iğrenerek. hepinizi kucaklıyorum ilkin
ağzınızı dudaklarınızı dişlerinizi öpüyorum
bilmiyorsunuz. ben kendimi öpüyorum
cinsel bir çiftleşmedir çarşaflar
ıslak bir gece en fazla kendini çoğaltır
bir solucan vücuduna yeni bir halka ekler
döllenir acı. sevişme daha da erselikleşir
-hü'yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün
size bir gün mutlaka hü'yü anlatmalıyım
geceyse
tükenmişse güneşin güçlülüğü
gök gözlerinin buğusunu yansıtır
senin acın acıların ölümüne gebedir
korkma yavrum
ne gece ne geceler senin
suçsuz mızıkçılığını küçültemez
bir çirkini öpmek için uzattığın yüreğini
güzelleşip bir sevginin göğsüne yatmak biraz
biraz yorgun biraz korkak bir insan sevmek biraz
dayayıp sırtını gecenin duvarına
bir ölünün ağzını dudağını öpmek biraz
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey kanımda tefler çalan mevsimle gelen
sesimi çakallarla boğan gece
hüznüme vur acımı soy
beni de kuşat
boris karlof kadar masum yüzümü
karanlığınla frenkeştaynla
çünkü artık büyütmeliyim içimde nefreti
kalbim ki yıllardır iyiliğe abone
nerde bir insan görse
bırakır sevgi kuşlarını
çünkü o bağışlar yargıçlarını
kendi yasalarını kuramıyan yargıçlarını
ey gecede unutulmuşluğumun suçluları
ey yanlışlığımın yanlış yargılayıcıları
suçum: nefreti öksüz bırakmak
savunmam: sevgimi yüceltmek içindir
sakalım yok biliyorum ama kötü değilim
büyükleri sayarım küçükleri severim
çocukları incitmeden severim. kadını öpmesini
bilirim
sizi de sizi de öpmesini bilirim
-ana ben çok yalnızım. benim başka sevgim yok
içimde utanç çiçeği gibi büyüyor hü
kural tanımayan sevgim benim
aykırım fizikötem doğaüstüm yanlışlığım
aşkım. sevgili yanılgım benim başyargıcım
nefretim nefretim nerdesin
kalbim
bir gün elbette sana hükmedeceğim
elbet geçer bu hüzün mevsimi
bir baykuş bir serçeyle arkadaş olduğu gün
o gün size sevinci de anlatıcam
bir solucan bir leylekle çiftleştiği gün
o gün bahar mevsimidir size aşkı anlatacağım
ve bir gün elbette yıldızları sayacağım
-gelin kucaklayın beni. yıldızları sayamıyorum.
16 Ağustos 2014 Cumartesi
İbrahim Tenekeci \ Anons
allah biliyor ya
benim şaşkınlığım sizinkine benzemez
hayrete düşürür beni umursamadığınız şeyler
mesela ırmağa binen balık
güneşi sırıtnda taşıyan dağ
ve peribacaları, avurtları çökmüş kayalar
ve sarışın semazenler, ayçiçekleri
hayrete düşürür beni.
merakım da sizinkine benzemez
şöyle seslenirim bazen:
yağmurkusu bana bir şeyler söyle
deli ırmak ne fısıldar denize.
savaşım da benzemez savaşınıza
yalın kalem
dayanırım kelam kapılarına
ya simmurga ya morga, farketmez.
ve korkum, o da sizinkine benzemez
saflar sıklaştıkça korkarım
anlaşılmaktan korkarım, düşlerimden korkarım
üstelik kırmızı ışıkta cam silen çocukları
şoförlerden sakınmak zorundayım.
benim şaşkınlığım sizinkine benzemez
hayrete düşürür beni umursamadığınız şeyler
mesela ırmağa binen balık
güneşi sırıtnda taşıyan dağ
ve peribacaları, avurtları çökmüş kayalar
ve sarışın semazenler, ayçiçekleri
hayrete düşürür beni.
merakım da sizinkine benzemez
şöyle seslenirim bazen:
yağmurkusu bana bir şeyler söyle
deli ırmak ne fısıldar denize.
savaşım da benzemez savaşınıza
yalın kalem
dayanırım kelam kapılarına
ya simmurga ya morga, farketmez.
ve korkum, o da sizinkine benzemez
saflar sıklaştıkça korkarım
anlaşılmaktan korkarım, düşlerimden korkarım
üstelik kırmızı ışıkta cam silen çocukları
şoförlerden sakınmak zorundayım.
İbrahim Tenekeci \ Mektup
işte yine günün belini kırıyor akşam
ve sen kırlara benzersin günün bu saati
çıkarmamışsan çiçekli elbiseni.
i
hatırla ve sıkı tut:
korkardın küçükken
serçe parmağın uçacak diye elinden.
diğer çocuklara benzerdim bense
benzemesi gibi, bir çinlinin diğerine.
ii
şaşkınım, şehir açmıyor beni
ve namım yürümüyor burada
çünkü tuhaf burada her şey;
denizi sel basıyor hayret
hayret şehir sığmıyor taksiye
ve terör estiriyor rüzgar
kaldırıyor dağın eteklerini bile.
ve burada sensiz bahar
hem yatalak hem öpmeden geçiyor
bir jeton
yanağıma getiriyor da yanağını
kokunu rüzgara salsan
bana getirmiyor.
iii
yoksun ya
güvercin avlıyor avluda kedi
kızlar gülüşüyor bahçede
gül üşüyor –gül üşür-
yoksun ya, bezden anne
yapıyor öksüz
öpmek için kendisine.
ve sen kırlara benzersin günün bu saati
çıkarmamışsan çiçekli elbiseni.
i
hatırla ve sıkı tut:
korkardın küçükken
serçe parmağın uçacak diye elinden.
diğer çocuklara benzerdim bense
benzemesi gibi, bir çinlinin diğerine.
ii
şaşkınım, şehir açmıyor beni
ve namım yürümüyor burada
çünkü tuhaf burada her şey;
denizi sel basıyor hayret
hayret şehir sığmıyor taksiye
ve terör estiriyor rüzgar
kaldırıyor dağın eteklerini bile.
ve burada sensiz bahar
hem yatalak hem öpmeden geçiyor
bir jeton
yanağıma getiriyor da yanağını
kokunu rüzgara salsan
bana getirmiyor.
iii
yoksun ya
güvercin avlıyor avluda kedi
kızlar gülüşüyor bahçede
gül üşüyor –gül üşür-
yoksun ya, bezden anne
yapıyor öksüz
öpmek için kendisine.
İbrahim Tenekeci \ Rötuş
i
beni anlamanız için
kahraman olmanız gerekmiyor
düşünün bir kere
yağmur yemeyeli kaç yıl oldu
kaç kez sabahladınız
uykusuzluğun koynunda
ölümden korkmadığınız
ne kadar doğru
ii
ellerinizde cesediniz
bana geliyorsunuz
sizin için ne yapabilirim
ki ben
ırmakların kapısından kovulmuş adamım
rötuşlarla ayakta durdum bugüne değin
siperleri cansız bırakıp
annemin resimlerine sığındım.
iii
düş tapınağım yıkılacak
ve anlayacağım ki
hiç gemim olmamış yakacak.
beni anlamanız için
kahraman olmanız gerekmiyor
düşünün bir kere
yağmur yemeyeli kaç yıl oldu
kaç kez sabahladınız
uykusuzluğun koynunda
ölümden korkmadığınız
ne kadar doğru
ii
ellerinizde cesediniz
bana geliyorsunuz
sizin için ne yapabilirim
ki ben
ırmakların kapısından kovulmuş adamım
rötuşlarla ayakta durdum bugüne değin
siperleri cansız bırakıp
annemin resimlerine sığındım.
iii
düş tapınağım yıkılacak
ve anlayacağım ki
hiç gemim olmamış yakacak.
İbrahim Tenekeci \ Giderken Söylenmiştir
i
bakın ne diyorum, dünya
sekerek yürüyor, gözümden düştü ya.
seviyorum aklımın almadığı şeyleri
titriyorum emin olduğum zaman
evlerin ev halkının ve devletlerin
gidiyorum bıraktığı boşluktan.
nefes alıp emek veren, insan görünce kaçan
gereksiz harcamalar gibi herkesin
canını sıkan ve sonra bırakan
gidiyorum, bu kesin.
ii
toprağım ben, dünyanın kök saldığı
ancak uyurken rabbime nazım geçer.
dünyayı, o görkemli hastayı
belki bir rüzgar eser beni görmeye
diyerek bekledim ve düşündüm ki
gözlerim kalacak benden geriye.
suyu görünce susan bir anneyle bir baba
gibi yaşadım bir kabuğun altında,
dedim bir şey gösterin isim koyacak
bir şey gösterin, şaşırsın bana.
iii
bu kadar mezarın arasında ne büyür
ey ölüm, gel otur şuraya ve düşün.
sözcük yapımında kullanılan
bir şeydir senin gülüşün.
herkes güzeldir sustuğu kadar
sen de güzelsin, bu mümkün.
ne kaldı geriye aslına uygun olan,
tutumlu güneş, girişken gün
gibi sen kaldın, eli ekmek tutan
bir bahçe kadar düzgün.
bakın ne diyorum, dünya
sekerek yürüyor, gözümden düştü ya.
seviyorum aklımın almadığı şeyleri
titriyorum emin olduğum zaman
evlerin ev halkının ve devletlerin
gidiyorum bıraktığı boşluktan.
nefes alıp emek veren, insan görünce kaçan
gereksiz harcamalar gibi herkesin
canını sıkan ve sonra bırakan
gidiyorum, bu kesin.
ii
toprağım ben, dünyanın kök saldığı
ancak uyurken rabbime nazım geçer.
dünyayı, o görkemli hastayı
belki bir rüzgar eser beni görmeye
diyerek bekledim ve düşündüm ki
gözlerim kalacak benden geriye.
suyu görünce susan bir anneyle bir baba
gibi yaşadım bir kabuğun altında,
dedim bir şey gösterin isim koyacak
bir şey gösterin, şaşırsın bana.
iii
bu kadar mezarın arasında ne büyür
ey ölüm, gel otur şuraya ve düşün.
sözcük yapımında kullanılan
bir şeydir senin gülüşün.
herkes güzeldir sustuğu kadar
sen de güzelsin, bu mümkün.
ne kaldı geriye aslına uygun olan,
tutumlu güneş, girişken gün
gibi sen kaldın, eli ekmek tutan
bir bahçe kadar düzgün.
Arkadaş Zekai Özger \ Ankara'lı Dört Dörtlük
Ankara vurulmuş bileklerime
dumanlı hava, kurt kapanı,
ciğerparem
yaşayanlar unutmadı geçen kışı
dumanlı hava, kurt kapanı,
ciğerparem
ilkyaz mı bu hani nerde Ankara
cılk yumurta akı, kına yakısı
sürgün hızı sürgün hızı yürektedir
kavuniçi buğday tanesi, yanık
yarası
koş bire doru at koş bire doru at
sürgün hızı yüreğime tak eder
ben böyle Ankara'yı neyleyim
sürgün hızı yüreğime tak eder
doymadım doymadım adını
anmağa
oy benim canımın canı canım
doymadan doymadan Ankara'ya
oy benim canımın canı canım
dumanlı hava, kurt kapanı,
ciğerparem
yaşayanlar unutmadı geçen kışı
dumanlı hava, kurt kapanı,
ciğerparem
ilkyaz mı bu hani nerde Ankara
cılk yumurta akı, kına yakısı
sürgün hızı sürgün hızı yürektedir
kavuniçi buğday tanesi, yanık
yarası
koş bire doru at koş bire doru at
sürgün hızı yüreğime tak eder
ben böyle Ankara'yı neyleyim
sürgün hızı yüreğime tak eder
doymadım doymadım adını
anmağa
oy benim canımın canı canım
doymadan doymadan Ankara'ya
oy benim canımın canı canım
Metin Altıok \ Sevda Üzre
1. yıldızlı bir gece, ay da vardı;
sen gülümseyince,
yüreğimde bir balık oynadı.
2. dizinin üstünden sarkan elin,
çözülüp akacaktı neredeyse
su gibi uyarak eğimine yerin.
3. bu işin bir tek çözümü var;
her şey yoluna girecek o zaman.
kendimi de bilsem seni bildiğim kadar.
4. gel iki uysal kıyı olalım seninle.
bir hırçın ırmak aksın
aramızda köpüre köpüre.
5. önceleri bir kuru daldım ama;
tuttum yapraklar açtım,
seni görünce dünyaya.
sen gülümseyince,
yüreğimde bir balık oynadı.
2. dizinin üstünden sarkan elin,
çözülüp akacaktı neredeyse
su gibi uyarak eğimine yerin.
3. bu işin bir tek çözümü var;
her şey yoluna girecek o zaman.
kendimi de bilsem seni bildiğim kadar.
4. gel iki uysal kıyı olalım seninle.
bir hırçın ırmak aksın
aramızda köpüre köpüre.
5. önceleri bir kuru daldım ama;
tuttum yapraklar açtım,
seni görünce dünyaya.
Özdemir Asaf \ Mum Alevi İle Oynayan Kedinin Öyküsü
bir mum yanıyordu bir evin bir odasında
o evde bir de kedi vardı.
geceler indiğinde kendi havasında
mum yanar, kedi de oynardı.
mumun yandığı gecelerden birinde
kedi oyunlarına daldı.
oyun arayan gözlerinde
mumun alevi yandı,
baktı,
mumun titrek alevinde
oyuna çağıran bir hava vardı.
oyunlarını büyüten kedi büyüdü
kendi türünde çocukcasına,
döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü
geldi mumun yanına, oyuncakcasına.
bir baktı, bir daha, bir daha baktı
mumun alevinin dalgalanmasına
uzandı bir el attı.
bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı..
ilk kez gördüğü mumun yakmasına
inanmayacaktı.
kedi, oyunlarında büyüyordu,
mum, üşüyordu yanmalarında.
zaman ikili yürüyordu
aralarında.
bir ayrışım görünüyordu
birinin yanmalarında
öbürünün oynamalarında.
kedi oyunlarında büyüyordu,
yitirerek gitgide oyunlarını.
mum küçülüyordu yanmalarında,
yitirerek gitgide yakmalarını.
oynarken büyüyen kedi yanacak,
aydınlatırken küçülen mum yakacaktı.
küçülen yaka-yaka aydınlatacak,
büyüyen yana yana anlayacaktı.
bir mum yanmasından
ve bir kedi oyunundan
kaldı sonunda
bir gecenin tam ortasında
bir evin bir odasında
göz-göze susan
iki insan.
mum yandı bitti,
kedi büyüdü gitti.
oyunlar karıştı gecelerde
suskun uykusuzluklara.
o iki insandan, sonunda
birinin anılarında kedi,
birinin dalmalarında mum
kaldı gitti.
nerede bir mum yansa şimdi,
nerede oynasa bir kedi,
birbirine yansıyor, karışıyor gölgeleri..
bugün dün gibi oluyor,
dün bugün gibi.
mum ellerimi tırmalıyor,
belleğimi yakıyor kedinin elleri.
Hafız-ı Şirazi \ Seçmeler (Farsça ve Türkçe çevirisi)
Farsça:
"cuz âsitân-i tuem der cihân penâhî nîst
ser-i merâ becuz in der hevâlegâhî nîst
adû çun tîğ keşed, men siper biyendâzem
ki tîğ-i mâ becuz ez nâleî yu âhî nîst
çerâ zi kûy-i harâbât rûy bertâbem?
k’ezin bihem be cihân hîç resm u râhî nîst
zemâne ger bezened âteşem be harman-i omr
begû besûz ki ber men be berg-i kâhî nîst
gulâm-i nergis-i cemmâş-i an sehîservem
ki ez şerâb-i gurûreş be kes nigâhî nîst
mebâş der pey-i âzâr u herçi hâhî, kun
ki der şerîat-i mâ gayr ez in gunâhî nîst
inân keşîde rov ey pâdişâh-i kişver-i husn
ki nîst ber ser-i râhî ki dâdhâhî nîst
çunin ki ez heme sû dâm-i râh mîbînem
bih ez himâyet-i zulfeş merâ penâhî nîst
hazîne-i dil-i hâfız be zulf u hâl medih
ki kârhâ-yi çunîn hadd-i her siyâhî nîst"
Türkçe çevirisi:
"dünyada senin eşiğinden başka sığınacak yerim
yok. bu kapıdan başka başımı teslim edecek
yerim yok.
düşman kılıç çekerse, biz kalkan atarız.
iniltiden, âhtan başka kılıcımız yok.
meyhane sokağından niçin yüz çevireyim?
dünyada benim için bundan daha iyi adres yok.
zamane ömür harmanımı ateşe verirse, buyursun
yaksın. gözümde saman çöpü kadar değeri yok.
o selvi boylunun büyüleyici, mahmur gözlerinin
kölesiyim. gurur şarabından dolayı o gözlerin
kimseye baktığı yok.
aman kimseyi incitme de, ne yaparsan yap.
dinimizde bundan başka günah yok.
ey güzellik ülkesinin padişahı; dizginleri çeke
çeke git. çünkü yolunun üstünde senden adalet
istemeyecek kimse yok.
yolumun üstünde her yandan gelebilecek
tuzaklar görüyorum. bu durumda onun saçlarının
himayesine girmekten başka sığınma çarem yok.
hâfız’ın gönül hazinesini siyah saçlarla kara ben
karşılığında verip geçme. çünkü böyle işleri
yapmaya hiçbir kölenin haddi yok. "
"cuz âsitân-i tuem der cihân penâhî nîst
ser-i merâ becuz in der hevâlegâhî nîst
adû çun tîğ keşed, men siper biyendâzem
ki tîğ-i mâ becuz ez nâleî yu âhî nîst
çerâ zi kûy-i harâbât rûy bertâbem?
k’ezin bihem be cihân hîç resm u râhî nîst
zemâne ger bezened âteşem be harman-i omr
begû besûz ki ber men be berg-i kâhî nîst
gulâm-i nergis-i cemmâş-i an sehîservem
ki ez şerâb-i gurûreş be kes nigâhî nîst
mebâş der pey-i âzâr u herçi hâhî, kun
ki der şerîat-i mâ gayr ez in gunâhî nîst
inân keşîde rov ey pâdişâh-i kişver-i husn
ki nîst ber ser-i râhî ki dâdhâhî nîst
çunin ki ez heme sû dâm-i râh mîbînem
bih ez himâyet-i zulfeş merâ penâhî nîst
hazîne-i dil-i hâfız be zulf u hâl medih
ki kârhâ-yi çunîn hadd-i her siyâhî nîst"
Türkçe çevirisi:
"dünyada senin eşiğinden başka sığınacak yerim
yok. bu kapıdan başka başımı teslim edecek
yerim yok.
düşman kılıç çekerse, biz kalkan atarız.
iniltiden, âhtan başka kılıcımız yok.
meyhane sokağından niçin yüz çevireyim?
dünyada benim için bundan daha iyi adres yok.
zamane ömür harmanımı ateşe verirse, buyursun
yaksın. gözümde saman çöpü kadar değeri yok.
o selvi boylunun büyüleyici, mahmur gözlerinin
kölesiyim. gurur şarabından dolayı o gözlerin
kimseye baktığı yok.
aman kimseyi incitme de, ne yaparsan yap.
dinimizde bundan başka günah yok.
ey güzellik ülkesinin padişahı; dizginleri çeke
çeke git. çünkü yolunun üstünde senden adalet
istemeyecek kimse yok.
yolumun üstünde her yandan gelebilecek
tuzaklar görüyorum. bu durumda onun saçlarının
himayesine girmekten başka sığınma çarem yok.
hâfız’ın gönül hazinesini siyah saçlarla kara ben
karşılığında verip geçme. çünkü böyle işleri
yapmaya hiçbir kölenin haddi yok. "
Arkadaş Zekai Özger - Hüzün Mevsimi
Gece
bir tabut gibi çöker omuzlarıma
bir ölünün iç çekmesi olur rüzgar
hüzünle düşünürüm uzaktaki bir evi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
hasreti bir ben bilirim
bir de gecenin gözlerindeki baykuş
baykuş kötü kuş baykuş çirkin kuş
onu hüznümle güzelleştiririm. hüznümle
süsler. bir damın üstüne oturturum
süsler. Damımın üstüne oturturum
-sizi hiç bu kadar yakından görmedimdi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
abimin acıyla yontulmuş yüzü
yaşlı bir güvercin gibi düşer avuçlarıma
dağılır ses olur acısı
ezberlediğim bir öğüdü yineler bana
-çocuğum üşütme yüreğini
şimdi hüzün mevsimidir bütün şiirleri gezen
ben doğma büyüme evciyim göç benim harcım değil
hasret bana çabuk dokunur yalnızken karanlıktan
korkarım
mesela mevsim kışsa yağmur yağıyorsa
mesela annem de yoksa yanımda
mesela, şimşek de çakıyorsa ben çok korkarım ağlarım
-ana bana kurşun dök. dua oku. üfle ana
ana ben daha çok küçüğüm. bana ninni söyle ana
yalnızım. bunu hep söylüyorum
yalnızım. bunu hep söylüyorum
geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor
hüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğine sığmıyor
her şey ne kadar olabilir meraklanıyorum
yüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyor
yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece
öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde
biliyorum. biliyorum bunu da biliyorum
gökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da
kendime kendimden başka kendim yok
ne utancımı kuşanan bir sevgi
ne çirkinliğimi öpen bir kız
yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız
-ana bana bir hal oldu. hep böyle titriyorum
ana çok üşüyorum, ıhlamur ısıt bana
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey insanlar
ey gecede unutulmuşluğumun yargıçları
iğrenerek öpüyorum parmaklarınızı
iğrenerek. hepinizi kucaklıyorum ilkin
ağzınızı dudaklarınızı dişlerinizi öpüyorum
bilmiyorsunuz. ben kendimi öpüyorum
cinsel bir çiftleşmedir çarşaflar
ıslak bir gece en fazla kendini çoğaltır
bir solucan vücuduna yeni bir halka ekler
döllenir acı. sevişme daha da erselikleşir
-hü'yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün
size bir gün mutlaka hü'yü anlatmalıyım
geceyse
tükenmişse güneşin güçlülüğü
gök gözlerinin buğusunu yansıtır
senin acın acıların ölümüne gebedir
korkma yavrum
ne gece ne geceler senin
suçsuz mızıkçılığını küçültemez
bir çirkini öpmek için uzattığın yüreğini
güzelleşip bir sevginin göğsüne yatmak biraz
biraz yorgun biraz korkak bir insan sevmek biraz
dayayıp sırtını gecenin duvarına
bir ölünün ağzını dudağını öpmek biraz
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey kanımda tefler çalan mevsimle gelen
sesimi çakallarla boğan gece
hüznüme vur acımı soy
beni de kuşat
boris karlof kadar masum yüzümü
karanlığınla frenkeştaynla
çünkü artık büyütmeliyim içimde nefreti
kalbim ki yıllardır iyiliğe abone
nerde bir insan görse
bırakır sevgi kuşlarını
çünkü o bağışlar yargıçlarını
kendi yasalarını kuramıyan yargıçlarını
ey gecede unutulmuşluğumun suçluları
ey yanlışlığımın yanlış yargılayıcıları
suçum: nefreti öksüz bırakmak
savunmam: sevgimi yüceltmek içindir
sakalım yok biliyorum ama kötü değilim
büyükleri sayarım küçükleri severim
çocukları incitmeden severim. kadını öpmesini
bilirim
sizi de sizi de öpmesini bilirim
-ana ben çok yalnızım. benim başka sevgim yok
içimde utanç çiçeği gibi büyüyor hü
kural tanımayan sevgim benim
aykırım fizikötem doğaüstüm yanlışlığım
aşkım. sevgili yanılgım benim başyargıcım
nefretim nefretim nerdesin
kalbim
bir gün elbette sana hükmedeceğim
elbet geçer bu hüzün mevsimi
bir baykuş bir serçeyle arkadaş olduğu gün
o gün size sevinci de anlatıcam
bir solucan bir leylekle çiftleştiği gün
o gün bahar mevsimidir size aşkı anlatacağım
ve bir gün elbette yıldızları sayacağım
-gelin kucaklayın beni. yıldızları sayamıyorum.
bir tabut gibi çöker omuzlarıma
bir ölünün iç çekmesi olur rüzgar
hüzünle düşünürüm uzaktaki bir evi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
hasreti bir ben bilirim
bir de gecenin gözlerindeki baykuş
baykuş kötü kuş baykuş çirkin kuş
onu hüznümle güzelleştiririm. hüznümle
süsler. bir damın üstüne oturturum
süsler. Damımın üstüne oturturum
-sizi hiç bu kadar yakından görmedimdi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
abimin acıyla yontulmuş yüzü
yaşlı bir güvercin gibi düşer avuçlarıma
dağılır ses olur acısı
ezberlediğim bir öğüdü yineler bana
-çocuğum üşütme yüreğini
şimdi hüzün mevsimidir bütün şiirleri gezen
ben doğma büyüme evciyim göç benim harcım değil
hasret bana çabuk dokunur yalnızken karanlıktan
korkarım
mesela mevsim kışsa yağmur yağıyorsa
mesela annem de yoksa yanımda
mesela, şimşek de çakıyorsa ben çok korkarım ağlarım
-ana bana kurşun dök. dua oku. üfle ana
ana ben daha çok küçüğüm. bana ninni söyle ana
yalnızım. bunu hep söylüyorum
yalnızım. bunu hep söylüyorum
geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor
hüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğine sığmıyor
her şey ne kadar olabilir meraklanıyorum
yüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyor
yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece
öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde
biliyorum. biliyorum bunu da biliyorum
gökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da
kendime kendimden başka kendim yok
ne utancımı kuşanan bir sevgi
ne çirkinliğimi öpen bir kız
yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız
-ana bana bir hal oldu. hep böyle titriyorum
ana çok üşüyorum, ıhlamur ısıt bana
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey insanlar
ey gecede unutulmuşluğumun yargıçları
iğrenerek öpüyorum parmaklarınızı
iğrenerek. hepinizi kucaklıyorum ilkin
ağzınızı dudaklarınızı dişlerinizi öpüyorum
bilmiyorsunuz. ben kendimi öpüyorum
cinsel bir çiftleşmedir çarşaflar
ıslak bir gece en fazla kendini çoğaltır
bir solucan vücuduna yeni bir halka ekler
döllenir acı. sevişme daha da erselikleşir
-hü'yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün
size bir gün mutlaka hü'yü anlatmalıyım
geceyse
tükenmişse güneşin güçlülüğü
gök gözlerinin buğusunu yansıtır
senin acın acıların ölümüne gebedir
korkma yavrum
ne gece ne geceler senin
suçsuz mızıkçılığını küçültemez
bir çirkini öpmek için uzattığın yüreğini
güzelleşip bir sevginin göğsüne yatmak biraz
biraz yorgun biraz korkak bir insan sevmek biraz
dayayıp sırtını gecenin duvarına
bir ölünün ağzını dudağını öpmek biraz
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey kanımda tefler çalan mevsimle gelen
sesimi çakallarla boğan gece
hüznüme vur acımı soy
beni de kuşat
boris karlof kadar masum yüzümü
karanlığınla frenkeştaynla
çünkü artık büyütmeliyim içimde nefreti
kalbim ki yıllardır iyiliğe abone
nerde bir insan görse
bırakır sevgi kuşlarını
çünkü o bağışlar yargıçlarını
kendi yasalarını kuramıyan yargıçlarını
ey gecede unutulmuşluğumun suçluları
ey yanlışlığımın yanlış yargılayıcıları
suçum: nefreti öksüz bırakmak
savunmam: sevgimi yüceltmek içindir
sakalım yok biliyorum ama kötü değilim
büyükleri sayarım küçükleri severim
çocukları incitmeden severim. kadını öpmesini
bilirim
sizi de sizi de öpmesini bilirim
-ana ben çok yalnızım. benim başka sevgim yok
içimde utanç çiçeği gibi büyüyor hü
kural tanımayan sevgim benim
aykırım fizikötem doğaüstüm yanlışlığım
aşkım. sevgili yanılgım benim başyargıcım
nefretim nefretim nerdesin
kalbim
bir gün elbette sana hükmedeceğim
elbet geçer bu hüzün mevsimi
bir baykuş bir serçeyle arkadaş olduğu gün
o gün size sevinci de anlatıcam
bir solucan bir leylekle çiftleştiği gün
o gün bahar mevsimidir size aşkı anlatacağım
ve bir gün elbette yıldızları sayacağım
-gelin kucaklayın beni. yıldızları sayamıyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)